Edebiyat

RENKLERİN SEYİR DEFTERİ

RENKLERİN DİLİ

          Renk yoktu ilkin her şey gibi sonradan oldu. Sadece gece vardı yani kör nokta/ama. Bütün varlığın hakikati birdi; ayırt edici özellikler yoktu aralarında. Belki de vardı ama ışık yoktu her bir farkı, rengi ortaya çıkaracak. Bir gün şimşekler çaktı, gök gürledi, yağmurdan sonra güneş doğdu ve bir gökkuşağı gülümsedi tüm renkleriyle. Rüzgâr dağıttı gökkuşağının renklerini yeryüzüne, her şeyin rengi belirdi. Bir “renk cümbüşü” gözleri büyüledi. Ben – sen oldu. Benlik başladı. Her nesne kendinin göstergesi bir renkle varlığını gösterdi. Göz görmüştü renkleri ve farkları, ama dil değmemişti hiçbir şeye, isim vermemişti insan henüz. Çok uzun sürmedi insan dile geldi. Dil değdi varlığa; önce ad verildi. Her bir olayla her bir nesne ilişkilendirildi. Doğal renkler adlandırılırken bir yandan, diğer yandan da benzerlere o doğal rengin adı verildi. Renkler “renkten renge girdi” kök anlamının üstüne yeni anlamlar yüklendi, kimi anlam kaybına uğrarken kimi de yeni anlamlar yüklenerek geçmişten günümüze yolculuklarını sürdürdüler. Renk kelimesi Farsçaydı ve aldatmak anlamını barındırıyordu içinde. Bu nedenle hakikatle arasında ince bir çizgi vardı. Herkes tarafından görülemedi bu çizgi. Bunu görenler gördü Görenlerin çoğu da aldanmışlardı renklere en az bir kere.

Gecenin karanlığı yavaş yavaş sökerken yerini aydınlığa bırakıyordu. Bitkiler, ağaçlar, kuşlar, börtü böcek bütün canlılar yeni güne açıyorlardı gözlerini. Güneşin doğup biraz yükselmesiyle yaprakların üzerlerindeki çiy taneleri kurumaya başladı. Güneş epey yükselince sabahın mahmurluğunu üstünden atan renkler çok canlı görünüyordu. Gökyüzü ve deniz berrak, sakin ve masmaviydi. Bütün varlıkta bir huzur hüküm sürüyordu. Derken hava sıcaklaştı, rüzgâr esmeye başladı, güneş kırmızı olan bütün renkleri daha da kızarttı. Sıcak kendini belli ettikçe kırmızının canı sıkılıyordu. İyice sıkıldı kırmızı. Can sıkıntısını gidermek için ortaya bir laf attı:

-Hey arkadaşlar, ben çok sıkıldım. siz de sıkıldıysanız hadi bir oyun oynayalım. Oyunumuzun adı ‘tanışıklık oyunu’ olsun. Her renk, anlamını, önemini ve değerini söyleyerek kendini tanıtsın. Hikayesi varsa anlatsın. Böylece güzel vakit geçirelim, dedi. Sarı ve turuncu tez canlılıkla hemen atıldılar:

-Ooo! Çok iyi fikir. Haydi başlayalım, dediler. Diğer bütün renkler oyuna katılmak istediklerini belittiler Aralarında anlaşarak ilk sözü sessiz, sakin duran bir de çok sevimli olan pembeye verdiler. Pembe:

-Benim adım Farsçadan gelmekte. Oralarda bana sadece pamuk derler. Pamuk çiçeklerinin kimisi pembe olduğu için bir de pamuk şekerine benzetilerek bu adı vermişler bana. Ama bununla kalmamış zamanla, bebekleri, bebekler ilgisiyle anneleri, anneler ilgisiyle huzuru, sakinliği, dişil enerjiyi simgelemeye başlamışım. Neredeyse kadınların rengi olmuşum. Ha bir de daha ince anlamlar yüklenerek hayaller benim bir tonum olan toz pembeyle anılır olmuş. Bu da benim ne kadar önemli ve değerli bir renk olduğumu gösterir. Düşünün bir kere, hep güzel ve iyi şeyler hayal edilir. Hiç kötü şeyler hayal edilir mi?

Pembe konuşmasını sakince ve sevimli bir ses tonuyla yaparak bitirdi. Bütün renkler onu sükunetle dinlediler. Sonra sözü beyaza verdiler. Beyaz:

-Benim diğer adım AK’tır. Ben iyiliği, saflığı, temizliği, evliliği ve barışı simgelerim. Bu yönlerimle çok değerli bir rengim. Çabuk kirlenmek gibi kötü bir özelliğim var. Bu özelliğimden dolayı çok dikkatli kullanılmam gerekir, dedi alçakgönüllülükle ve olgun bir şekilde olumsuz yanını da anarak.

Beyazdan sonra söz yeşildeydi. Yeşil:

-Kuru olan her şeyin zıddı olan ‘yaş’ sözcüğünden türemişim yani tazeliği ve körpeliği, bir bakıma ölümsüzlüğü simgelerim. Bitkiler, ağaçlar benim rengimdedir. Bana bakan gözler yorulmaz, dinlenir. Ha bir de ben kutsalın rengiyim; öteleri simgelerim. Doğada canlı cansız birçok varlık benim rengimi taşır. Ben önemliyim ve vazgeçilmezim, dedi hafiften övünerek.

Mavi el kaldırdı:

-Ben söz almak istiyorum. Yeşilin sözlerinden bazılarına itirazım var, dedi. Ve sözü ona verdiler. Mavi:

-Asıl ben huzurun rengiyim, her yerde en çok bulunan ve vazgeçilmez olan benim. Gök, deniz ve bütün sular mavidir. Ben oksijenim, suyum. Bu yönümle hayatım. Sağlığı ve güçlülüğü, soğukkanlılığı dolayısıyla da kararlılığı simgelerim. Yeşil nereden huzurun rengi oluyormuş? Soğukkanlı ama mağrur bir şekilde bunları söyledi. Yeşilin buna canı sıkılmıştı ama ortamın huzurunu kaçırmamak için sakinliğini koruyarak yanıt verdi, maviye:

-Sen nereden oksijen oluyorsun? Hava kelimesinden yola çıkarak bir yanılgıya düşüyorsun dostum. Oksijeni üreten benim, dedi.

Zaten sabırsızlıkla sözün kendisine gelmesini bekleyen kırmızı, ‘Vazgeçilmez’ kelimesini duyunca öfkelendi ve ‘söz bende artık’ diyerek söze karıştı:

-Bu zamana kadar konuşan renklerin hepsi monoton ve sıkıcı. Hiçbir ayırt edicilikleri yok. Oysa ben çok parlak bir rengim; her yerde görünür dikkatleri üzerime çekerim. Ateşin ve güneşin içinde temel bir özelliğim. Eskiden genç kız ve gelinler benim rengimde elbiseler giyerler. Hatta deyim olmuştur;’ ala veren aldanmamış’ Ben gücü ve sağlığı simgelerim, dedi.

Buna öfkelenen turuncu ve sarı bir ağızdan konuşmaya başladılar. Ne dedikleri anlaşılmıyordu. Beyaz ve pembe araya girerek onları biraz sakinleştirip sözü daha kızgın olan turuncuya bıraktılar. Turuncu:

-Hey kırmızı, o özellikler sadece sende mi var sanıyorsun? Parlaklık, ayırt edicilik, dikkat çekme, canlılık bende var. Kanını kaynatırım ben insanın be! Üstelik benim senin gibi şu olumsuz özelliklerim de yok: sen ‘ala veren aldanmamış’ diyorsun ama sen aldatıcı bir renksin. Senin bir adın da al. Ne kadar ‘ allansan pullansan da’ hileyle dökülünce ilk kan kana benzeyen her şeye AL dendi. Sen hilebazsın! Bağıran turuncuyu sarı alkışlayarak ve başparmağını yukarı kaldırma işareti yaparak ona katıldığını gösteriyordu.

Kırmızı durur mu? Öfkeyle ellerini beline koyarak turuncunun üstüne yürüyordu ki olayı ağırbaşlılıkla izleyen siyah masaya yumruğunu vurdu:

– Durun! Eğlenmek için başlattığımız bir etkinlik kavgaya dönüşmek üzere. Yanlış yaptınız. Her renk kendi özelliğini söyleyecekken, işin içine övünme, başka rengi yerme, kıskançlık ve öfke gibi kötü tutumlar karıştı ve işin rengi’ değişti. Dedikten sonra sakinleşip ağırbaşlılığını takınarak devam etti: Asılında gücün, asaletin ve ağırbaşlılığın simgesi bir renk olmama rağmen bana ‘kara çalınarak’ kötü olaylarla, matemle, umutsuzlukla, karamsarlıkla anılarak bana hep ‘kara’ günler düştü. Bir de sizin hepiniz varlıklarda geçici bir özelliksiniz. Işık olmadan hiç görünemezsiniz. Bense gecenin rengiyim. Gecenin varlığını göstermesi için ışığa ihtiyacı yoktur her şeyi örter. Şimdi mora söz hakkı vererek bu konuşmayı bu oyunu bitirmeyi teklif ediyorum. Ara tonlara söz hakkı veremeyeceğiz çünkü işin ‘rengi değişti’, tadı kaçtı, dedi.

Mağrur ve ağırbaşlı bekleyen mor;

-Konuşmanın en son bana geleceğini bildiğim halde “assolistler sahneye en son çıkarlar” mantığınca sonu bekledim. Ancak işin böyle tartışmaya dönüşeceğini beklemiyordum. Oyunun tadı kaçtı. Bu nedenle sözümü uzatmayacağım. Ben dutun rengiyim Nadir bulunan nadide bir çiçek gibi saray çevrelerinde ihtişamı ve lüksü simgelerim. Bu yüzden asaletin rengiyim, efendim, diyerek sözünü bitirdi.

Bitirdi bitirmesine de söz alamayan ara renkler, kırmızı, turuncu, sarı hala öfkelerini yenememişler kendi kendilerine söylenip duruyorlardı ki bir yağmur çiselemeye başladı. Sıcaktan bunalan, öfkelenen renkler sakinleşti. Ardından güneş ve gök kuşağı çıktı. Renkler hep bir arada huzurla yeryüzüne gülümserken bir gül dalına konmuş ak bülbül, “Cahildim dünyanın rengine kandım” türküsünü söyleyerek renklerin aldatıcılığını,

“Bunca güzel gördüm hep ayrı ayrı

Hakikatte ya dost bir imiş meğer.”

Türküsünü söyleyerek de hakikatte ayrılığın olmadığını, ayrılığın ve renklerin geçiciliğini, ifade ederek bir hakikati dile getiriyordu. Sakinleşen renkler bülbülün türküsüne içtenlikle eşlik ederken gökyüzündeki gökkuşağında kendilerini yan yana görünce; her bir renk “Aaa! Ben de varım. Aaa! Ben de varım!” diyorlardı. Gökkuşağı renklere el salladı, ‘’Merhabalar… Hepiniz benden bir parçasınız. Sadece bir süreliğine bir görevle yeryüzüne dağıldınız. Sonra yine bana döneceksiniz. Burada hiç solmadan, olumsuz bir ad almadan, hep canlı el ele barış içine yaşayacağız. Barış deyince aklıma geldi. Ben barışı simgeliyorum. Bundan da mutluyum. İnsanlara söyleyin bana ayrıştırıcı bir simge yüklemesinler. Hep barışın simgesi olarak kalayım.”, dedi ve usulca gözden uzaklaştı.

Bu öykü burada sona erse de renklerin yolculuğu bir varlığa elbise oldukları sürece ve yol bitmedikçe devam edecek.

Songül Şimşek Karakuş

(Kehribar)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu