Kitap İnceleme

ÖMER SEYFETTİN TAHİR ALANGU

Kitap İncelemesi

ÖMER SEYFETTİN

Tahir ALANGU

 

Elimde yazar Tahir Alangu’nun Ömer Seyfettin adlı biyografi kitabı var. Yazar bu kitabında Ömer Seyfettin’i doğumundan ölümüne kadar incelemiş. Ben de sizlere kitapla ve yazar Seyfettin’le ilgili bilgi vermek ve bu güzel kitabı ve milliyetçi hikâye üstadını tanıtmak istedim.

“Bir tepeye vurmuş gün gibi/Geldi geçti ömrüm n’eyleyim” diyor, geçiveren ömrü için şair.

Yunus Emre ise ‘‘Şu dünyada bir nesneye/Yanar içim göynür özüm/Yiğit iken ölenlere/Gök ekini biçmiş gibi.” diyerek genç yaşta ölenleri, gök ekinin biçilmesine benzeterek hayıflanıyor. İşte bu dizeler belki de en çok Ömer Seyfettin için yazılmış gibidir. Edebiyat Eleştirmeni Rauf Mutluay’ın “Yaşasaydı, Türk edebiyatının Sheakespeare’i olurdu.” dediği yazarımız, kısa süren ömrüne (Otuz altı yaşında vefat etmiştir.) pek çok acı ve ızdırabın (savaşı, esareti ve kısa süren evliliğin acıları…) yanında; yüzün üzerinde hikâye, birkaç roman ve tiyatro eseri…vb sığdırmıştır.

Ömer Seyfettin 1884 yılında Gönen’de dünyaya gelir. Babasını “sert bir adam “olarak niteler yazar. Yüzbaşı Ömer Şevki Efendi yazarın babasıdır. Annesi ise Fatma Hanım’dır. Ömer Seyfettin’in çocukluğu(8 yaşına kadar)Gönen’de geçer.1892 yılında babasının Ayancık’a tayini üzerine yazar annesiyle birlikte İstanbul’a gelir. Yazarın on yaşında ölen Hasan adında kardeşi (Kaşağı ’da anlatılır) ve Güzide adında ablası vardır. Annesi onu Aksaray’da Mekteb-i Osmanî adlı yeni usulle eğitim yapan bir okula verir. Okulda yabancı dil olarak Fransızca öğretilmektedir. Daha sonra babası yazarı Eyüp Askerî Baytar Rüştiyesi ’ne yerleştirir. Oğlunun asker olmasını istemektedir. Daha sonra Ö.Seyfettin Edirne Askerî İdadisinde okur. İdadide okurken edebiyata ve spora çok meraklıdır ve şiirler yazmaktadır.1900 yılında ise İstanbul’a gelerek Mekteb-i Harbiye-i Şâhaneye katılır.

Ö.Seyfettin artık Harbiyelidir. İdadiden sonra Harbiye’de de çok okumaktadır, bir ara çok okumaktan gözlerinden rahatsızlanır. Bir de acı kuvveti ve demir yumruğuyla şöhret yapar yavaş yavaş. İdadide birinci sınıftayken kendinden yaşça ve kuvvet bakımından çok üstün olan sınıfın kabadayısı Mustafa Rize, yazarı iyice döver, buna çok üzülen Ö.Seyfettin şöyle der: ”Aşk olsun Mustafa Rize, şimdi sen benden kuvvetlisin, beni dövdün. İleride dost olsak bile ben seni mutlaka döveceğim. Bugünden başlayarak buna da çalışacağım. Nasıl olsa seni adamakıllı faiziyle döveceğim, cancağızım…” der .(Sayfa:60-61)

Birkaç yıl sonra Harbiye’de Ö.Seyfettin ,Mustafa Rize ve iki arkadaşını evire çevire döverek hastanelik eder. Olaydan sonra Divan-ı Harp’te yargılanması söz konusudur. Makedonya’nın karışması üzerine sınıfı aceleyle mezun edilerek onların çoğunu Balkanlara gönderirler. Ömer Seyfettin 22Ağustos 1903’te mezun olmuş, çektiği kura sonunda asteğmen rütbesiyle Kuşadası redif taburuna tayin edilmiştir. (Sayfa: 72)

Bir taraftan da dergilerde şiirleri yayınlanmaktadır. Ö.Seyfettin, İzmir’de ve Kuşadası’nda beş yıl kalır. O sıralarda bir dergide yayınlanan Yalnızlık şiirinden iki dörtlüğü şöyledir: Güneş batmakta…ovada gecenin/Gölgeleri büyür, büyür, sararır…/Ağaçlıklar, akan sular, bir serin/

Rüzgâr ile dalgalanır kararır. Kuşlar ötmez, yuvalar boş… görünmez/Bir ışıltı uzaklarda, yazık ben/Öksüzüm, şimdi bu yolda giderken…/Gök bile yıldızlarına bürünmez. (…)

Ö.Seyfettin’in titizliğini ve Türkçe konusundaki bilgisini ortaya koyan bir olayı aktaralım. (Sayfa:103)” Ömer, bir gün paşanın emriyle bir tahrirat yazarak ona getirmiş. Paşa şöyle bir göz gezdirince: ”Ömer Efendi ‘dahi’ kelimesi noktalı olacaktır, unutmuşsunuz.” demiş. Ömer de diretmiş:” Hayır, efendim, ’dahi’ noktasızdır. Paşa:” Bilginize inanırım Ömer Efendi, bir kere de Lugat-ı Nâci’ye bakınız.” der. Ömer ısrar ediyor, sonunda lügate bakıyorlar ki paşa haklı.  Mahcubiyetinden bir hastalık icat edip on beş gün kadar dışarı çıkmıyor, hasta yatıyor. Nihayet Paşa, onun oturduğu odayı ziyaret ediyor da:” Oğlum, Ömer Efendi insan ‘dahi’nin noktası için on beş günden fazla hasta yatamaz.” diyor.

1909 Ocak’ında genç bir teğmen olarak Balkanlara tayin edildiğinde, Selanik’te Üçüncü Ordu’ya bağlı görev alır. Bu yıllarda Rumeli sürekli bir karışıklığı bütün boyutlarıyla yaşamaktadır. Balkanlarda yaşayan Müslüman olmayan kavimler (başta Bulgarlar) şovence duygularla ve Batılı devletlerin teşvik ve desteğiyle ayaklanmakta, Müslüman Türk ahâliye saldırmaktadır.

Ömer Seyfettin böyle bir dönemde Rumeli’nin muhtelif şehir, kasaba ve köylerinde görev alır. Görev mahalleri arasında Makedonya’da; Serez, Menlik, Pirlepe … kazalarının köyleri de (Babina, Demirhisar, Razlık ,Köprülü Köy…) vardır. Bu köylerin dağlarında eşkıya takibinde (müfrezesiyle) bulunur. Hayatının bu devresinde, acı ve ızdırapla dolu günlerine, daha sonra bir yıla yakın sürecek esaret hayatı da eklenir. Nafliyon’da geçirdiği bu esaret günlerinde Ömer Seyfettin” Kendisini doktormuş gibi göstererek savaş kargaşalığında öldürülmekten kurtulmuştur.” O, Nafliyon’daki esareti sırasında boş durmaz; daha sonra yazacaklarına hazırlık yapar ve arkadaşlarıyla mektuplaşır.

Yanından ayırmaya razı olmadığı bu kitaplar arasında romanlar, büyük Fransız düşünürlerin eserleri ünlü hikayeci Maupassant’ın toplu eserleri de bulunuyordu. (Sayfa:106) Buradan da anlaşılacağı üzere askerlikten arta kalan zamanlarda kitap okuma ve yazma işiyle uğraşıyordu. Sınırdaki Yakorit kasabasından Selanik’teki Ali Canip Bey’e yazdığı 28 Ocak 1910 tarihli bir mektubunda Ö.Seyfettin edebiyattan nefret ettiğini şöyle belirtiyor:(Sayfa:118)

“…edebiyattan nefret ettiğimi ve bu nefretimin iğrenç, tiksindirici bir nefret olduğunu yazmıştım. Bu nefretim, edebiyata olmaktan ziyade lisanadır…”Bu cümlelerden anlaşılacağı üzere yazar ,dilimizin sadeleş(tiril)mesi hususunda yazacağı Yeni Lisan makalesinin fikri hazırlığı aşamasındadır.

Ö.Seyfettin Balkanlarda askerliğe devam ederken bir taraftan ilk hikayelerini yazmaktadır: İrtica Haberi,İki Mebus…bu hikayeler bu dönemde yazılmıştır.31 Mart Hâdisesi üzerine Ö.Seyfettin, beyaz külah giyip çarıklarını bağlayacak, kitap ve kâğıtlarını arkadaşları arasında nam salmış sandığına yerleştirecek, ’beş yıldır yanından ayrılmayan sevgili köpeği Koton’u’Baytar Mazlum Bey’e emanet bırakarak, Hürriyet’i kurtarmak üzere ’Hareket Ordusu’ ile birlikte  yollara düşecek 24 Nisan sabahı İstanbul önlerine ulaşacaktı.”(sayfa:132)

Ömer Seyfettin bir asker olarak yetişmiş; millî varlığın, vatanın, devletin tehlikede olduğunu görmüş, Rumeli’de bilhassa Bulgarlar arasında bulunmuş ve kendisinde de kuvvetli bir milli şuur belki de bu sıralarda oluşmuştur. İnsanımıza, özellikle de genç kuşaklara ibret olması gereken yazarın şahsî hayatıyla kuvvetli bir ilgisi olan, bir olayı anlattığı hikâyesi (Nakarat) şöyledir:

Hikâyede, Bulgar isyancılarını arayan müfreze komutanı olan subay, konakladıkları köyde, güzel bir Bulgar kızıyla ilgilenir. Uzaktan uzağa bakışmalara genç kızın söylediği bir şarkı katılır. Subay bu şarkıyı bir aşk ifadesi sanır, kendi de tekrarlamaya çalışır. Hatta bir ara onu kaçırmayı bile düşünür. Bulgar kızının şarkısı” Bizim olacak/Bizim olacak İstanbul bizim olacak” anlamına gelen “Naş,naş/ Çarigrad naş…/Raz-va-tiri” şeklindedir. Ve Bulgarların İstanbul’u alacaklarını nakaratında tekrarladıkları bir şarkıdır. Şarkının kelimelerini öğrendikten sonra genç subay şiddetli bir buhran geçirir, içine düştüğü ızdırap çok çetindir. Atına binek, müfrezesiyle ormanda ilerlerken Türk askerine karşı düşmanlığını ve kinini haykıran, isyancı papazın cesur kızının söylediği nakaratın anlamını düşünür. Kendine karşı duyduğu nefret, vicdanındaki ateşten azap onu kıvrandırır.

Ö.Seyfettin Balkanlarda emrindeki askerlerle kâh gündüz kâh gece bazen düşmanla çatışarak çoğu zamanda açlık,soğuk,yağmur ve çamurla mücadele ederek yol alıyorlardı. Bazen askeriyle ahırlarda bazen tarlalarda geceleri konaklar, birkaç saat uyumaya çalışırlardı. Asker, giderek azalıyor çünkü şehit oluyorlardı.20 Ocak 1913’te Kanlıtepe’de Yunanlara esir düşmesini günlüğünde şöyle yazar:” …Yirmi bir neferle esir düştüm. Bulunduğumuz tepeden efsunlar göründü. Bize” Teslim olun!” diye haykırdılar. Biz de ellerimizi kaldırdık. Teslim” diye bağırdık. Neferleri bağladılar. Beni yüzbaşıya verdiler. Ö.Seyfettin, askerleriyle esir alındığında kendisini doktor olarak tanıtır. Fransızca konuşarak ve ilaç isimleri ve hastalıklardan bahsederek doktor olduğunu Yunan subayına inandırır. Muharip subay olduğunu bilseler onu öldürmeleri söz konusudur. Atina yakınlarında Naflion kasabasında bir yıl üç ay ve on altı günlük esareti (14 Eylül 1912’de esir düşer) 15 Kasım 1913’te sona erer. Esaretinde birçok acı olay ve ızdırap yaşar. Bu kısa yazımızda bunlara değinmemize imkân yoktur. Ayrıca cephede Türk ordusu bütün imkansızlıklara rağmen büyük kahramanlıklar gösterir. Esir olmadan önce az sayıdaki askeriyle üstün düşman kuvvetlerine karşı şiddetli direniş gösterir Ömer Seyfttin ve askerleri. Kendisi bu olaydan bahsetmezken arkadaşı Aka Gündüz bu olayı detaylı olarak anlatmıştır.(Sayfa 229)

17 Aralık 1913’te İstanbul’a gelen Ö.Seyfettin anlarında bu durumu şöyle anlatır.(Sayfa 237)

“Evet İtalyan Muharebesi, Balkan Muharebesi…Ben Yanya Kalesi’nde esir oldum. Yunanistan’da bir seneden ziyade esirlik…İstanbul’a gelip kendimi toplamaya başlayacağım zaman annemin ölümü…

Sonra Cihan Harbi…İşte dört senedir bu felaketli harbin müthiş buhranı içindeyiz. Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir? Ama ben uğraştım…”

Ö.Seyfettin, İstanbul’a geldikten sonra kendini tamamen edebiyata, yazıya vermiş,1914’te Kabataş Sultanisine edebiyat öğretmeni olarak tayin olmuştur. Hocalığı konusunda öğrencisi Prof.Faik Reşit Unat şöyle der: “Çok eksantrik bir adamdı.Şahsî inisiyatiflerine göre ders verirdi. Şahsî şöhretinin telkin ettiği mecbûri bir hürmetin tesiri altında kalırdık…) (Sayfa 263)

Ömer Seyfettin, yakınlarının da tavsiyesiyle Doktor Besim Ethem Bey’in kızı Câlibe Hanım’la evlenir. Bir kızı dünyaya gelir. Adını Güner koyarlar. Ne yazık ki küçük Güner daha iki yaşını doldurmadan Ö.Seyfettin eşiyle sürekli çatışma ve geçimsizlik yüzünden ayrılırlar.

Ö.Seyfettin eşinden ayrıldıktan sonra bir taraftan öğretmenliğe devam ederken diğer taraftan yazmaya devam eder. En yakın arkadaşı Ali Canip’tir. Ziya Gökalp ve Yahya Kemal’le de zaman zaman görüşmektedir. Bu arada Efruz Bey adlı romanını ve pek çok hikâyesini yazar. Yalnızlık ve yaşadığı sıkıntı ve mücadeleler onu yıpratmıştır. Hastalanır,4 Mart 1920 Perşembe günü Ali Canip ve Rıdvan Bey onu fakülteye, hastaneye götürürler.6 Mart 1920 Cumartesi günü Haydarpaşa Hastanesinde hayata gözlerini yumar. Hastalığına nevralji, beyin romatizması denir. Daha sonra verem ve ansefalit letarjik de denir. Daha sonra yapılan otopside şeker hastalığından öldüğü anlaşılır. Haydarpaşa Tıp Fakültesinde yapılan otopsisinde, ancak öğrenci ve asistanlar bulundular. O günlerde Tıp Fakültesinde asistan olan hikâyeci Celâlettin Ekrem Bey, bu otopsi olayını şöyle anlatır.

“En acıklı tesadüfüm de Ö.Seyfettin’le olmuştu. Ö.Seyfettin’i ilk ve son defa fethimeyyit masasında gördüm. O zaman Tıbbiyede asistandım. Gözümün önünden hiç gitmez; fırça gibi bıyıklar, az kıllı bir göğüs, kalça kemikleri, diz kapakları fırlamış; derisini ölümün fırçası boyamıştı. Kalbini, karaciğerini terazide tarttık. Kafatası testereyle gıcır gıcır kesildi. Ö.Seyfettin’in ismi geçtikçe hâla testerenin gıcırtısını işitirim.(Sayfa 486)

İyisi mi ben baştaki sözü tekrar yazayım, ne yazık ki… Edebiyat Eleştirmeni Rauf Mutluay’ın “Yaşasaydı, Türk edebiyatının Şekspir’i olurdu.” dediği yazarımız, kısa süren ömrüne (Otuz altı yaşında vefat etmiştir.) pek çok acı ve ızdırabın (şavaşı, esâreti ve kısa süren evliliğin acıları…) yanında; yüzün üzerinde hikâye, birkaç roman ve tiyatro eseri…vb sığdırmıştır. Ne diyordu Şâir Mehmet Âkif:

 

Zannetme ki ecdadın asırlarca uyudu,

Nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu!

 

Ruhu şâd olsun.

HÜSEYİN AVCI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu