Edebiyat

Ölümün Öyküsü

ÖLÜMÜN ÖYKÜSÜ

Ben her şeyimle birlikte kendimi ölüme adadım. İçimdeki her hücreyi tükenmeye zorlayarak yavaş ama emin adımlarla ilerlemeyi kafama koydum. Umudu kestim önce sonra beklentilerimi. Düşünmeyi, düşlemeyi bıraktım. Ne rüyalarıma ne de gerçek dedikleri yaşama bir anlam aradım. Konuşmayı bıraktım. Dinlemeyi umursamadım. Mümkün olduğunca sadeleştirdim kendimi. Çünkü arınarak göçmek istiyordum bu cehennetten ve benden geriye kalanların sınavı olarak bitirmek istiyordum hayatımı.

Mümkün olduğunca yavaş ama yaşlanmaktan hızlı yapmalıydım bunu. Günlerce yazdım. Gençliğimden beri karaladığım tüm defterleri topladım. Çizimleri bir araya getirdim ve hepsini odamın kenarına yığdım. Ölüm mektubu yazmayacaktım. Ölüm dedim çünkü bana göre bu bir intihar değil. Aksine yaşamak, yaşlanmak bir intihardı.

Kendim ölmeden önce içim ölmeliydi ve İçimde ölmekte olan her şeyle birlikte yas tutmalıydım. Ölümüm derin, acı dolu ve anlamlı olmalıydı. Yaşarken tarif edemediğim her hissiyatı barındırmalıydı. Çünkü geri dönüşümün olmayacağını biliyordum ve olabildiğince görkemli olmasını istiyordum. Ama görkemli bir ölüm tam olarak nasıl olabilirdi?

Çocukken -sanırım dokuz yaşlarındaydım- yazları dedemin köyüne gider orada vakit geçirirdik. Bir evin bahçesinde yerde yatan siyah bir kuş gördüm. Dedemi çağırdığımda bunun bir kuzgun olduğunu söyledi. Ölüydü. Tüyleri simsiyah uzun boylu bir kuştu. Çok etkilenmiştim. Hayır, ölümünden değil duruşundan. Kapkara gözlerinden gördüğüm yansımamdan. Onu aldım ve gömdüm. Başına diktiğim tahtaya kral kuzgun yazdım. Eve gidene kadar her gün ziyaret ettim onu. Ertesi sene geldiğimde mezarın daha doğrusu mabedin başında yeller esiyordu.

İşte bu anım, görkemli bir ölümün ipucuydu. Bir mezarım olmamalıydı. İnsanlar bana yaptıkları için toprağıma gelip günah çıkarmamalı, ya da benim günahlarım için af dilememeliydiler. Bu yüzden aklıma gelen tek şey ortadan bir süre kaybolup Boğaz Köprüsünden atlamak ve cesedi bulmamalarını ummaktı. Ummak? Sanırım elimde kalan son şey buydu.

İlk önce telefonumu kırıp attım. Sonra küçük bir sırt çantasına birkaç parça eşya koydum. Yaklaşık bir yıldır biriktirdiğim parayı da alıp bir son bir defa arkama bakarak evden çıktım. Kimsenin okumayacağı defterler, anlamını sorgulamayacağı resimler, kısacası kimsenin umurunda olmayacağı yaşanmışlıklarımı hissettiğim keskin bir acıyla geride bıraktım tüm yaşanmışlıkları.

Artık özgürdüm. Anlama ve anlatma çabam bu terk edişle birlikte son bulmuştu. Telefonumu kırarak da herkesten bağlarımı koparmıştım. Şimdi cebimde bir tomar parayla kaldırımları eziyor. Mest olmuş bir şekilde yürüyordum ve aklıma şu sözler geliyordu:

“ Özgürlük kaybedeceklerimin kalmadığının bir başka ifadesi”

Birkaç gün dolaştım. Başka bir kafese girmemek için önüme gelen parklarda uyudum. Zamanını gelmesini bekliyordum. O günün gelmesini. Doğum günümün. Neden? Neden doğum günümdü öleceğim gün? Çünkü ben seçmemiştim doğmayı ama ölümü ben seçiyordum. İkonik ve belki de sıradandı bu tercih. Ama bir kez olsun ipler benim elimdeydi ve gerisi umurumda değildi.

Sabah olmuştu. O günün sabahı. Yirmi yedi yaşıma bastığımın güneşiydi yükselen. Güneş hiç bu kadar parlak, sıcak ve göz alıcı gözükmemişti bana. Lakin yine de batması gerekiyordu ölüme kavuşmam için.

Bir yerde kahvaltı yaptım. Bu son yemeğimdi. Çünkü artık yaşamak için yemenin bir anlamı yoktu. Çıktım ve yürümeye devam ettim. Cebimdeki parayı doğru düzgün harcayamamıştım ve benimle bir gitmesini istemiyordum. İlk gördüğüm camiye girerek paranın bana lazım olmayacak kısmını bir hocaya verdim. O dualarını ederken ben kaçarcasına ayrıldım. Çünkü bir iki saat sonra kendini ölüme teslim edecek birinin duaya ihtiyacı yoktu.

Peki ne olacaktı? Ya da ne olacağını düşünüyordum öldükten sonra? Ne içindi bu terk ediş, bu bıkkınlık, bu kaçış? İnancımı kaybedeli o kadar uzun zaman olmuştu ki daha önce neye dua ettiğimi, neye yalvardığımı hatırlamıyordum. Önemli değildi artık. Çünkü ben uzun zamandır Dante’ye inanıyordum, onun cehennemine:

“Dürüst dinsizler Limbo denen birinci kata gider ne ceza vardır ne ödül.”

Bir taksi çevirdim. Kimin anlatacak, abartacak hikayesi olacaktım acaba? Arabaya bindiğimde yaşlıca bir amca vardı direksiyonun başında. Nereye, dedi. Karşıda bir adres verdim. Araba hareket etti. Tahminen 15 dakika sonra o köprüden düşüyor olacaktım. Düşmek evet. Beni bu ölümle ilgili en çok etkileyen şeydi düşmek. Son bir kez, son bir kez daha düşecektim.

Köprüye giriş yaptık. Her şeyin daha önce planladığım gibi olmasını diliyordum.

Taksi şoförüne midemin bulandığını durmazsa kusacağımı söyledim. Soğuk soğuk terlemeye başlamıştım. Durmazsa diye endişeleniyordum. Lakin hiç ses etmeden durdu. Derin bir nefes aldım. Çantamı, ceketimi ve taksi parasını arka koltukta bırakarak aşağı indim. Hava serindi. Ay tepemde kocaman olmuş yıldızların ışığını çalmaya çalışıyordu. Köprünün ışıkları ise en çok sevdiğim renk olan kırmızıydı.

Yavaş yavaş yürüdüm özgürlüğe. Rüzgâr arkamdan esiyordu. Trabzanlara tutundum. Beni yutacak olan karanlığa bakarken içten bir şekilde gülümsedim. Sonunda diğer tarafa geçtim. Son bir kez Ay’a baktım.

Kendimi bıraktım.

Mutluluk artık benimdi.

Ve ben bu evrendeki her şeydim…

 

Onu asla bulamadılar…

 

 

 

ÇİĞDEM URHAN

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu