FelsefeKültür

LACAN’A BODOSLAMA GİRİŞ

Aslında bütün kavram ve kuramlar dil etrafında şekillenir, bilinçdışı da öteki de büyük Öteki de hepsi dil gibi oluşur. Önce size ülkemizde yol tarifi sormak kadar karmaşık ve hatalı olan, Lacan’ın yanlış bilinen kavramlarına açıklık getireyim.

Özneyi biyolojik bir varlık olmaktan çıkarıp onu “insan” haline getiren şey (das thing) ötekilerdir. Burada bir kelime oyunu mevcut: Küçük harfle yazılan öteki, bizden farklı ama bize benzeyene atıfta bulunur; öğrenci, meslektaş, yaş…

Büyük harfle yazılan Öteki ise bizde pozitif bir karşılık bulmaz hem bize yabancıdır hem de bizi oluşturur; anne, baba, öğretmen, toplum, yasa, tanrı…

Bunları anladıktan sonra ortalama bir mürekkep yalamış aptal ordusuna karşı savaşacak gücü kazanmışsınızdır fakat gelin işleri biraz daha derinleştirelim.

!!!!“Eksiklik yoksa arzu da yoktur.”!!!!

Belki de konunun ana hatlarını oluşturan cümlemiz budur.

Lacan’ın insanı anlamlandırmada ilk yollarından biri arzuyu anlamaktır. Hepimiz ne kadar bir şeylerle uğraşıyor gibi gözüksek de bir şeylerin tuhaf ve çıkmazda olduğunu biliyoruz, bunları niye sakladığımıza ileride değineceğim.

Rüyalar, paradokslar, mitler ve ilişkiler hepsinde size ait bir parça var bu parçalar arzu nesnelerimiz (objet petit a). İstenilen fakat neden istenildiği bilinmeyen bilinse bile tatmin etmeyen kavramlar. Gelin bunları birkaç örnekte inceleyelim:

!!!Burada anlatacağım örnekleri etraflıca bilmenize gerek olmayacak, yapmanız gereken sadece kendi hayatınıza formüle edip içe-dönük bir tabancayı ateşlemek -pihuvf!!!

 

Yunan mitolojilerindeki ‘Danaus Kızlar’ı ömürleri boyunca altı delik kazanı doldurmakla cezalandırılırlar veya İlyada’nın Akhilleus’un Hektor’u yakalamak için boşuna uğraştığı XXII. Kitabının 199-200. satırları -ki bu satırlar daha sonra “kaplumbağa tavşan” hikayesine dönüşecektir- bu örnekler rüyalarımızda da vardır. Çoğu kabusta, takip eden kişi peşine düştüğü kişiyi HİÇBİR zaman yakalamayı başaramaz keza, kaçak da peşine düşenden HİÇBİR zaman kurtulamaz. İşte gerçek özne-nesne ilişkisi burada yatıyor. Nesne ona yaklaşıldıkça aradaki mesafeyi koruyan plakasız bir otomobil gibidir. Tavşan aslında hızlıdır fakat mit bize tavşanın kaplumbağayı geçecek olmasına değil onu yakalayamayacağına vurgu yapar. Her zaman çok hızlı ya da çok yavaştır. Bu mitler insanın anlam veremediği özne- nesne ilişkisini sahnelemektedir. Nesne- neden her zaman kaçar, yapmak istediğimiz onu güzel bir dairesel labirente sokmaktır. İşte bu elimizden kaçan ama onu çok istediğimiz nesnenin oksimoron topolojisidir.

 

Buraya kadar geldikten sonra eski sevgililerinizi ve tatminsiz geçen saatlerinizi düşünmeye başlamanız gerekir ama siz Oblomov’a dönüşmeden (ki eminim daha bunu hak edecek kadar kafa yormadık) size güzel bir giriş-finali yapacağım.

 

Şimdi Öteki’nin buradaki konumunu ele alalım.

Öteki aslında bizim varoluşumuzdan bile önce bizi şekillendirmeye çalışan bir yerdir. Varoluştan önce derken ailenizin sizin hakkınızdaki öngörülerinden bahsediyorum: “Kesin bana benzeyecek, her dediğine evet diyeceğim oğlum değil mi!”, gibi.

 

Öteki aynı dil gibi şekillenir ve kendinde bize ait gibi görünen yansımalar oluşturur fakat dil HİÇBİR zaman yeterli yansımaları oluşturamaz ve öznemiz eksik kalır. Basit gibi görünse de hayatımızın TEK SEBEBİ budur. Yansımalar bize biz hakkında fikirler verir ve bunları eksiklikleriyle beraber boş mideye sindiririz, hazımsızlığımız bundan kaynaklanır. İnsan bu doğasını mantığa indirgemeye çalışır, daha çocukken anlamını bilmediği kelimeler (benlik, ayıp, yasa, sünnet) bu zamanlarda boş bulunan dağlara kaçak kat çıkarlar ve kendilerince anlam kazanırlar ve insan hayatını bu boşlukların ismini değiştirip kendine dövüşmek için güzel rakiplere dönüştürür. Şimdi, kendinizi bir karga olarak hayal edin. Açsınız, sebebini bilmiyorsunuz ve sonucunu da dışarıda arıyorsunuz. O sırada bir tarla görüyorsunuz hem bozuk hem güzel meyvelerle dolu fakat, aşağıda bir köylü nöbet tutuyor ve siz nereden yaklaşırsanız bile gözlerinizin içine bakıyor ve siz o meyvelere ağzınızın suyu akarak bakıyorsunuz. Bu tarlaya Öteki diyebiliriz fakat ilk görüşün aksine meyveler ilgi nesnemiz değildir. Dikkatlice bakarsak aslında aşağıda bir köylü yoktur sadece bir KORKULUK vardır ve işte nesneyi buldunuz! Meyvelerin şekli artık bize önemsiz gelir. Kısaca, insan kendindeki eksiği görmezden gelerek onu bir düşmana çevirir ve silahlı ama suçlu öldürmeyen bir polise dönüşür. Bunun sebebi, adaletli biri olmak değil DÖNGÜde kalmaktır. Rakip veya nesne ortadan kalktığı zaman stres artar, hayatınıza yeni bir anlam bulmanız gerekir, nevrotikleşirsiniz ve boşluğa bakarsınız. HİÇBİR zaman asıl istediğiniz şeyi aslında istemezsiniz.

Bir nesne, bir kere ulaşıldıktan sonra, her zaman yeni baştan geri kaçar. Bu dilemmada, psikanalizdeki dürtü kavramının doğasını, daha doğrusu Lacan’ın dürtünün amacı ile hedefi arasında yaptığı ayrımı göremiyor musunuz? Hedef nihai varış yeridir, oysa amaç yapmak istediğimiz şey, yani yolun kendisidir. Lacan’ın söylemek istediği, dürtünün gerçek maksadının hedefi (tam olarak orgazm) değil, amacı olduğudur: Dürtünün nihai amacı dürtü olarak kendini yenilemek, dairesel yoluna dönmek, hedefe gidip gelen yolunu sürdürmektir. Asıl keyif kaynağı bu kapalı dairenin tekrara dayalı hareketidir.

Sisifos’un paradoksu da burada yatar: Taşı bir kere ulaştırınca, eyleminin asıl amacının yolun kendisi olduğunu, bir inip bir çıkmak olduğunu kavrar. Peki, ne zaman bir nesne küçültülmeye ve yok edilmeye çalışılsa libidinal etkisinin artması şeklindeki paradoksal deneyimle nerede karşılaşırız? neden ona yaklaştıkça kalbimiz hızlanır RAHATSIZ oluruz? Buna şöyle bir örnek verilebilir: Yahudi figürünün Nazi söyleminde nasıl işlev gördüğünü ele alalım. Yahudiler ne kadar imha edilir, yok edilir, sayıları ne kadar azalırsa, adeta tehditleri gerçeklikteki azalmalarıyla orantılı olarak artıyormuşçasına geri kalanlar da o kadar tehlikeli hale gelir. Öznenin, artı-keyfi (mutluluğunu engelleyen korkuluk eksikliği) cisimleştiren korkunç nesneyle kurduğu ilişkinin de numunelik bir örneğidir bu: “Ona karşı ne kadar savaşırsak, üzerimizdeki gücü o kadar artar.”

Kimse Everest ile boy ölçüşemez çünkü dağları sadece tanrılar, eksiksizler yaratır.

 

Baran YAVAŞ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu