Edebiyat

Kabullenmek

KABULLENMEK

Üç tüp bebek denemesi, sayısız muayene, tahliller… Hastane köşelerinde, doktor odalarında saatler süren gerginlik, umut ve heyecan dolu bekleyişler, geçen yıllar ve bir düşük doğum sonrasıydı.

Evde sessizlik hâkimdi. Çoğu zaman olduğu gibi. Evdeki her eşyaya sinmiş bir sessizlikti adeta bu durum.

Sıradan, orta halli bir aile evinin tüm halleri tavırlardan, duvarlardaki resimlerden, gümüşlükteki tabak çanaktan, salonun orasına burasına konulmuş biblolardan, raflarda bulunan kitaplardan anlaşılabilirdi. Tasını tarağını asmış, emeklilik günlerini yaşayan bir aile gibiydi halleri. Oysa eşi de kendisi de daha kırklı yaşların ortalarındaydı. O duvarlara sinmiş sessizlik yerini şen çocuk seslerine bırakabilir miydi?  Doktorların dediğine göre: “Bir mucize gerekliydi.”

Akşam yemeği sessiz geçti denebilir. Adam birçok erkek gibi gününde neler yaşadığından bahsetmedi. Eşinin sorduğu birkaç soruya da üstün körü cevaplar verdi. Yemek sonrası adam artık rutin halini almış bir hareketle kumandaya uzandı, televizyonu açtı ve haberleri izlemeye koyuldu. Eşi mutfağı toparlıyordu. Mutfaktan acelesiz çatal, kaşık, tabak tıkırtıları geliyordu. Birazdan çay demlenecekti, genellikle sessiz geçen bir akşamdan sonra çok geç olmadan uykuya dalacaklardı.

Adam kanepeye oturdu, yorgundu. Yemeğin verdiği tatlı bir ağırlık üzerine çökmüştü. Çok da hevesli değildi ama haberleri izlemeye başlamıştı bile. Karşısına çıkan ilk haberde üç yaşındaki bir çocuğun tedavisi için gerekli olan -çok yüksek maliyetli-  ilaçların temini için yapılan bir dayanışma çalışmasının haberi vardı. Gözü yaşlı anne ve babalar, biçare bakışan çocukların gözlerinde okunan bir umudun beklentisi televizyon ekranından salona yansıyordu adeta. Çocuklar kahraman babalarının ve her hastayı iyileştireceklerine inandıkları doktorların çabalarına inanıyorlardı muhakkak. Oysa yetişkinlerin gözünde aynı inancı göremedi adam.

Adam haberi değiştirdi. Diğer kanaldaki haberin konusu şuydu: Mutlu gitmeyen bir evlilik sonrasında ayrılan eşlerin hikâyesini anlatıyordu spiker heyecanlı bir ses tonuyla. Anne ağlamaklı ve titrek bir sesle ayrıldığı eski eşinin çocuğunu iki yıldır kendisine göstermediğini söylüyor ve çaresizce çırpınıyordu. Adam öfkelenmeye başlamıştı…

“Yok, daha neler” diye söylendi. Aceleyle eli tekrar kumandaya uzandı. Açtığı üçüncü haberde yıkılan bir binanın altında kalan ailesinden gelecek umutlu, güzel bir haberi bekleyen, arama kurtarma çalışanlarını bir umut izleyen ve geçmeyen saatler içinde boş gözlerle, boynu bükük yıkık binanın enkazına bakan bir babanın haberi vardı. Adam ellerinin titrediğini hissetti. Bu kadar acı, ümitsizlik, keder, özlem, çaresizlik…

Üst üste gelen bu haberler adamı sarsmıştı.

“Kanallar da hiç iyi haber vermiyor” diye mırıldandı.

Oysa bazı zamanlar keyifli bir haber gördüğünde eşine seslenir: “Hanım koş koş, şu habere bak” diyerek onu da bu sevince ortak etmek isterdi. Oysa bugün hangi kanalı açsa camlı ekrandan acımsı bir ümitsizlik adamın yüzüne, yüreğine yansıyordu.

Çoğu zaman izlediği belgesel kanalını açtı bir umutla. İçinde bulunduğu ruh halinden sıyrılmayı umuyordu. Dünyadaki değişik coğrafyaları keşfetme duygusu, yeşil bir doğa görme beklentisi, belki ruhunu ısıtacak sevimli hayvanlar bulma umudundaydı.

Belgesel kanalında ise bir çita Afrika’nın uçsuz bucaksız Serengeti savanalarında yavru bir ceylanı yakalamak üzereydi. Anne ceylan tedirgin ve çaresiz olanları izliyor, yavru ceylan kaçıyor, çita her saniye aradaki farkı kapatıyordu. Yaratıcın kendisine bahşettiği sürat avantajını çok iyi kullanan bu büyük kedinin yavru ceylanı elinden kaçırması artık ancak bir mucize ile gerçekleşebilirdi. Oysa mucizeler o kadar az gerçekleşiyordu ki.

Adam televizyonu kapattı. Gözleri manasız bakışlarla siyah ekrana takılı kaldı. Yavru ceylanın can havliyle kaçışını izlediği o ekranda şimdi kendi yansımasına bakıyordu. Bir süre hareketsiz bekledi.

Haberlerde hikâyesi anlatılan hasta çocukları, yavrusundan koparılan anneyi, evinin enkazı başında bekleyen çaresiz babayı düşündü. Yavru ceylana gelinceye kadar…

Başını ellerinin arasını aldı. Yılların verdiği o kabulleniş duygusunu bir kez daha iliklerine kadar hissetti. Anlıyordu ama anlamlandıramıyordu. Neden sorusunun, o gayya kuyusunun, o dipsiz karanlığın içine atmadı bu kez kendini. Daha anlaşılabilir, daha kabullenilebilir şu soruyu sordu kendi kendine.

“Olmayanı kabullenmek mi zordu, olanı kaybetmek mi?”

Celalettin Tutkun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu