EdebiyatFelsefe

DEĞİŞEN TOPLUM VE DEĞİŞMEYEN AHLAK KURALLARI

DEĞİŞEN TOPLUM VE DEĞİŞMEYEN AHLAK KURALLARI
Songül ŞİMŞEK KARAKUŞ

İlk Çağ’dan günümüze, düşünürler insanı tanımaya ve tanımlamaya çalışmışlardır. Sonucunda da insan ‘Düşünen, konuşan, itiraz eden, sorgulayan toplumsal hayvandır’ vs. şeklinde tanımlar ortaya çıkmıştır. Her birinde insanın bir özelliği öne çıkarılarak yapılan bu tanımlar içerisinde Platon’un yaptığı “İnsan toplumsal hayvandır.” tanımını konumuzla ilintisi nedeniyle öne çıkararak toplumsal değişime rağmen, değişmeden geçerliliğini koruyan bir tanım olduğunu söyleyebilirim. İnsan yavrusu, toplumun en küçük birimi olan bir ailede hayata gözlerini açar ve hayvanlardan farklı olarak uzun bir süre yetişkin bakımı desteği almadan hayatta kalamaz. Hayatta kalamaması çocuklukla sınırlı olan bir şey olmayıp ömür boyu devam etmektedir. Bu nedenle aynı coğrafyada, aralarında üretimden tüketime, dayanışmadan güvenliğe insan yaşamı için gerekli bir örgütlenme olarak toplum vardır ve bu; değişken, canlı bir sistemdir. Üstelik yer yüzü birbirinden farklı toplumlarla doludur. Toplum ve ahlak birbirinden ayrılmaz iki özellik. Bir yerde toplum varsa orada kesinlikle ahlak da vardır. Ahlaksız bir toplumdan söz edilemez. Bu kesinlikte birbirine bağlı olan iki kavram ne yazık ki aynı kesinlikte tanımlanamaz ve varlıkları kabul edilemez durumda olan iki kavramdır aynı zamanda. Toplumun net bir tanımı yapılırken ahlakın aynı netlikte ve tek bir tanımı yapılamaz ve bir tek kaynağa da bağlanamaz. Bir de toplum sürekli değişmektedir. Bu değişken yapıdan ayrılmayan değişmez ve evrensel ahlak kuralları olabilir mi? Sorusu ahlakı tartışmaya açmıştır.

Değişim kaçınılmaz ve birbirinden farklı toplumlardan oluşan dünyada evrensel ve her çağda geçerliliği olan ve bu geçerliliği sürdüren ahlak veya değerler var mıdır? Olabilir mi? Yoksa ahlak zamana, topluma ve bireye göre değişen göreceli bir kavram mıdır? Bu ve benzeri sorular toplum bilimcilerin zihnini meşgul etmiş ve bu sorular çerçevesinde de ahlakı temellendirmeye çalışmışlardır.

İlkel yaşamdan günümüze toplumlar eşyayla ilişkisine (alet üretip kullanma, özel mülkiyet, tarım, para, savaşlar, bilimsel gelişmeler) göre değişerek günümüze kadar gelmiştir. Toplum bilimciler bu değişim evrelerini, geleneksel, modern ve post modern şeklinde adlandırmışlardır. Geleneksel evre de yaşanan önemli olaylara göre kendi içinde çağlara ayrılmıştır. Geleneksel evrede değişim kaçınılmaz olsa da hızı yavaştır. Modern evrede bilimin teknolojiye dönüşmesi, ulaşım ve iletişim araçları nedeniyle oldukça hızlanan değişim post modern evrede dijital gelişmeler nedeniyle baş döndürür bir değişim hızına ulaşmıştır.

“Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.” Ve “Bir nehirde, iki kere yıkanılmaz.” Sözleriyl

e değişimin kaçınılmaz olduğunu söyleyen İlk Çağ düşünürü Herakleitos, bu aforizmaları ile hayat görüşü olarak mutlak doğru ve iyinin olmadığını, her şeyin bireyden bireye değiştiğini ifade etmiş olmaktadır.Yine İlk Çağ düşünürlerinden Protagoras, “Her şeyin ölçüsü insandır, var olan şeylerin varlıklarının, var olmayan şeylerin yokluklarının ölçüsüdür, üşüyen için rüzgâr soğuk, üşümeyen için soğuk değildir.” demiştir. Protagoras’ın bu sözü, ahlak felsefesinden çok bilgi felsefesi ile ilgili söylenmiş bir söz olsa da tarihi süreçte ahlakla ilgili göreceliliği önemli ölçüde etkilediği söylenir.

Ahlakın kaynağı hakkında İlk Çağ’da baskın kabul, görecelilik ve insandır. Orta Çağ’a gelindiğinde ise ahlak dolayısıyla iyi ve kötünün kaynağı din olarak görülmüştür. Ahlakın kaynağını; iyi ile kötünün ne olduğunun belirleniminin dine dayandırılmadığı dönemlerde, ahlak şu beş şekilde temellendirilmeye çalışılmıştır:

Ampirik olarak toplumun devamını sağlayan kuralların toplum tarafından benimsenerek devam etmesi, toplumsal yararını yitiren uygulamaların zamanla ortadan kalkması şeklinde düşünsel bir temeli bulunmayan tecrübeye dayalı ahlak anlayışı. Bu anlayış toplumdan topluma değişmesi, yarara dayalı olması yönüyle göreceli ahlak anlayışına yaklaşır.

Yukarıda değindiğim gibi göreceli; evrensel geçerliliği olmayan bireyden bireye, toplumdan topluma değişen bir ahlak anlayışı.

Kant’la öne çıkan ve açıklanan rasyonel yani akla dayalı apriori ahlak anlayışında evrensel iyi- kötünün olacağı savunulmuştur.

İyi ve kötünün iç sesle, vicdanla sezileceğini bu nedenle de evrensel doğruların olduğunu savunan sezgicilerin ahlak anlayışı.

Daha çok Yeni Çağ’da kendini gösteren ve toplumsal değişimin hız kazandığı yirminci yüzyılda pozitivist, doğal ahlak fikri kendini göstermiştir ki her şeyi olduğu gibi, olan durumuyla kabul etmek gerekir. Ahlak da diğer olgular gibi yaşanır değişir, bu yaşantı ve değişim doğal olarak kendiliğinden oluşur. Bu nedenle olması gereken yoktur olan vardır, şeklinde öne çıkar.

Ahlak hakkında tarihi bakış açılarını kısaca bir anımsadıktan sonra soruyoruz: Nedir bu ahlak? Neden bu kadar belirsiz? Gerçekten topluma yapışık bir özellik de toplum ilişkileri değiştikçe o da mı değişiyor? Eğer her şey değişiyorsa ve genel geçer, evrensel ahlak yoksa adaletten, hukuktan bunlardan öteye insanlar arası ilişkiden iletişimden, ortak bir dilden ve dil kurallarından nasıl bahsedebiliriz? Nasıl anlaşırız birbirimizle ortak iyi’miz ve ortak kötü’müz olmadan.

Ahlak bir kere Arapça bir kelime. Batı dillerinde etik ve moral olarak, Farsçada huy olarak ifadesini bulur. Ahlak yaratılış demektir. Kelime kökü aynı olmakla farklı formlarda kullanılarak hem insanın fiziksel özelliklerini hem de soyut; erdem ya da erdemsizlik sayılabilecek karakteristik özelliklerini içerir ki bu da yukarıda kısaca değindiğimiz ahlak temellendirmelerinden doğal (natürel) ahlak görüşünü çağrıştırmaktadır. Ahlakın bu köken anlamı aynı zamanda ahlakın kaynağının insan yani birey olduğu düşüncesini işaret etmektedir. Ahlak veya yaratılış mizaç anlamına da gelmektedir ki mizaç karışım demektir. Ahlakın semantik olarak zamanla örf, adet, alışkanlıklar anlamında kullanılmaya başlandığını bildirirler, ahlak bilimciler. Genel geçer bir tanımı da toplum tarafından iyi veya kötü olarak nitelendirilen davranışlarıdır şeklindedir ahlakın.

Öyleyse bu köken bilgisi ahlak konusunda göreceliliği ve doğallığı savunan düşünürleri haklı mı çıkarmaktadır?

Aslında ahlak kelimesinin kökeni sadece göreceliliği ve doğal ahlak anlayışını haklı çıkarmaz. Ahlakın kaynağı insansa, insan doğası(yaratılışı) ise yukarıda değinilen ahlak görüşlerinin insan karışımının sadece bir yönüne işaret etmeleri veya parmak basmaları nedeniyle hepsini doğru çıkarır. Çünkü insan birey olma açısından kendine özge iyi- kötü özellikler taşıdığı gibi bir toplum içinde yaşama zorunluluğundan dolayı bir eğitim sürecinden geçerek bu doğal özelliklerinin iyi diye nitelenenleri güçlendirilmeye; kötü diye nitelenen özellikleri zayıflatılıp etkisiz duruma getirilmeye çalışılır. Aynı zamanda bazı uygulamalar toplumdan topluma, zamandan zamana, bireyden bireye değişebilir.

Bu noktada iyi ve kötü belirlenimi neye göre, hangi motivasyona göre yapılacaktır? Bireysel yararcılığa veya hazza göre mi, toplumun çıkarlarına göre mi, dinin buyruklarına göre mi? Konunun bel kemiğini oluşturan bu noktada bu motivasyonların sadece biri değil hemen hepsi etkindir. Ancak kimi zaman bir motivasyon daha etkili iken diğerleri ȃtıl kalabilir. Örneğin 1950’lere kadar bir insan, yaptığı davranışları toplumun ve dinin değer yargılarına göre “el alem ne der?” veya “Allah’tan kork, kuldan utan!” şeklinde genelleştirilmiş söylemlerle açıklarken günümüzde bir gence bunu neden yapıyorsun veya yapmıyorsun sorusuna karşılık “Canım öyle istiyor.” yanıtıyla karşılaşmamız bireysel hazzın öne çıkıp etkin duruma geldiğini gösterir. Ama bu toplumda hâlâ genel geçer değerlerin olmadığını göstermez. Çünkü insanın bütün donanımları/yaratılış özellikleri bir eğitim izleyecekse insanın bütün potansiyel yetileri göz önünde bulundurulmalıdır. İnsan nasıl ki biyolojik açıdan birbirine bağlı sistemlerden (kas,iskelet,sindirim…) oluşuyorsa aynı zamanda bir meclis gibi çoklu bir zihinsel veya iç yapıya sahiptir. Bir farkla; biyolojik yapı birbiriyle uyumlu çalışırken insanın iç yapı özellikleri birbiriyle kavga etmektedir. Bu iç yapıda, eskilerin ifadesiyle, nefis (haz ve arzu)- akıl- gönül; modern psikolojinin ifadesiyle söyleyecek olursak “id- ego- süperego” üç temel özellikten oluşur ve bu özellikler birbiriyle çelişir; birbirini baskılamaya çalışır. Her şey insanda. İnsan, fiziksel, duyuşsal, akılsal, bireysel, toplumsal vs. bütün yönleriyle anlayıp değerlendirilirse iyi ve kötüyü belirleyen motivasyonlar değişse de insanda değişmeyen evrensel iyinin var olduğu görülür ve bu özellik olduğu gibi bırakılmayıp güçlendirmek için eğitilir. Ancak aynı eğitimi almalarına hatta aynı ailede doğmalarına karşın birbirinden farklı tutum ve davranış gösteren bireylerin varlığı da bir gerçek. Bu bize evrensel bir iyinin olmadığını gösterir mi? Uç bir örnek olarak öldürme eylemini ele alalım: Kimi insan daha tutum olarak bunun düşüncesini bile içine sindiremezken kimisi gözünü kırpmadan bir canlıyı veya insanı öldürmektedir. Ama yapılan araştırmalar ve gözlemlerin çoğu bu eylemde bulunan insanların bir pişmanlık duyduğunu, suçluluk hissettiğini gösterir. Bu duyuş açısından böyle. İnsanın akıl işlevi ise bunun doğruluğunu savunamamaktadır. Evet insanda şiddet, aldatma, ihanet, çalma vb. kötülükleri yapma isteği, hatta bazı insanların bu eylemlerden haz alması da olabilir bir sonuçtur. Ama akıl bunların doğruluğunu savunamamaktadır. Çünkü bunların doğruluğu savunulursa toplumsal yaşam çözülebilir. Toplum olmadan yaşanamayacağına göre insanın özgürlükleri yanında zorunluluklarının ne kadar güçlü olduğunu, tüm insana yaşamı kolaylaştıran makinelere rağmen toplumsallıktan kutulamayışı bunu aşamayışı bize insanın evrensel doğrularının olduğuna işaret ediyor. Toplumsallık zorunluluğunu göz önünde bulundurmadan da akıl salt akıl; yanında başka argümanlar (bahaneler) olmadan bir insanı öldürmeyi savunamıyor. Yine duyuşsal olarak insanın kendine zarar gelme pahasına da olsa doğru söyleme, özveride bulunma gibi eğilimleri var ve bunu eylem olarak gerçekleştirenlerin sayısı hiç de az değil. Akıl bunların iyiliğini, doğruluğunu kabul ediyor.

Şu sosyal medyadaki paylaşımlara bir bakın. Hemen herkes karşısındakinden anlayış, sevgi, vefa, sadakat gibi güzel erdemler bekliyor Bunu ifade eden paylaşımlarda bulunuyor. Hile, ihanet, dolandırıcılık, yolsuzluk gibi kötü edimler edim olarak gerçekleştirilse bile herkes bunları gerçekleştirenlere kızıyor, öfkeleniyor ve bunları yapanların cezalandırılmasını istiyor. Bakın ben yukarıda örnek verdiğim hile, ihanet, yolsuzluk, hırsızlık, dolandırıcılık eylemlerine “kötü” dedim. Neden? Veya bunlara iyi diyebilecek biri var mı? Olabilir mi? Diyelim zorba bir grup veya topluluk, toplum diğer insanlara haksızlık yapma konusunda bir akış içine girdiler ve kötü eylemleri savunuyor, hiçbir öneri, bunlara etki etmiyorsa bu durumda nasıl olsa bunlar bir şekilde ayrılığa düşer ve birbirlerine de aynı zorbalığı yaparlar. Bu durumda haksızlığa uğrayan ve bu haksızlığı hukuk yoluyla çözemeyen, inançsız gibi görünen, hatta inançsız olduğunu söyleyen biri bile “ilahi adalet” bekliyor. İlahi adalet işaretinin eşdeğer duygusu neyse insanda onu yaşıyor farkında olsun veya olmasın.

Dünyadaki insanlarla tek tek konuşma olanağı olsaydı ben şununla karşılaşacağımı düşünürüm. Hemen herkes güzel hayaller kuruyor, güzeli düşlüyor, iyiyi istiyor. Elbette her şeyin istisnası olduğu gibi bunun da istisnası olabilir. İnsanların güzeli düşlediklerinin bir göstergesi edebiyatın ortaya çıkmış olması. Edebiyat da içeriği açısından baskın olarak sübjektif. Ahlakın da suyun kaynama derecesini, havanın genleşmesini ölçecek ölçüler geliştirildiği gibi ölçülmesi olanağı yoktur bu yönüyle subjektiftir. Ama insanda var olan ve insanı kuşatan her şey ölçülebilir ama bu ölçüm sonucunu rakamlarla ifade etmek olası değildir. Dil bize “insan insanın batmanı terzisi” der ata sözü olarak. Birine çalışkan derken onun bütün performansını ölçüp rakamlarla ifade edip de söyleyemeyiz. Ama çalışkan çalışkandır, tembel de tembeldir. Çalışkan diye nitelenen bireyin de tembel bir yanı vardır onda potansiyel olarak, tembel diye nitelenenin de. Hayvanlar tür olarak tanınır insanlar ise birey olarak. Tanınması yine öteki birey tarafından gerçekleşir. Neye göre tanıyoruz biz başka birini ve onu nitelerken yaşadığımız gözlem deneyiminin sürecini açıklayabilir miyiz? Bütün bu süreçleri bir iç görü, ölçülemeyen bir iç ölçüyle yapıyoruz. Bazı tutumları ve edimleri iyi bazılarını da kötü olarak nitelendiriyoruz. Bu nitelendirmelerin bir kısmı zamanla iyi ve kötü olmaktan çıkabiliyor. Ama çıkmayan değerler hala var olmaya devam ediyor.

Sonuç yerine diyebiliriz ki insan çok yönlü, çok özellikli bir karışım bu karışımın ölçülüp rakamlarla ifade edilebilecek özellikleri olduğu gibi ölçülüp ama rakamlarla ifade edilemeyen iç görüyle dile getirilen yönleri de vardır. Bir toplum içinde doğup büyüyen ve toplum içinde ölen insanın hem kendisi hem toplumu hem başka toplumlar değişmektedir. İnsanın yaratılışı, doğası anlamına gelen ve daha sonradan özelleşerek erdemli tutum ve davranışları niteleyen ahlak kurallarının toplumun değişimine bağlı olarak değişen nitelikleri olduğu gibi değişmeyen, aklın yok sayamayacağı, duyuşun yakınlık ve uzaklık göstereceği evrensel kabul gören yönleri de vardır. Bir nehirde yatak, akış hızı, suyun miktarı vs. değişir ama akış değişmez; nehir varsa akışta vardır. İnsan ve toplum değişse de aralarında var olmak için değişmeyen bir ilişki ağı ve özellikleri hep vardır.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu