Anma Köşesi

Çemberinde Gül Oya

Bu yaşa kadar hiç kimseyi kaybetmeden gelmiş olmam, belki şükür sebebiydi belki de şımarıklığa yol açmıştı bilemiyorum. – ara sıra insanlarla aramda geçen küslükleri saymazsak.- Ölüm hakkında düşünmek ve ölüm fikrine kendini hazırlamak ile ölümü yaşamanın arasında dağlar kadar fark varmış. Bir insanı hayatından çıkarmakla bir insanın hayattan silinip gitmesi arasında uçurumlar varmış. Otuzuma beş kala verdiğim ilk kayıpla, kaybetmeyi öğrendim. Her şeyi kontrolüm altında tutmaya çalışırım normalde, genlerimden gelen bir ‘aşırı kontrol’ durumuyla yaşıyorken, bazı şeyleri asla kontrol edemeyeceğimizi ve ne yaparsak yapalım bazı şeylerin asla değiştirilemeyeceğini fark ettim.  4 saatlik 4 senelik ya da 94 senelik bir yaşam arasında hiçbir fark olmadığını gördüm. Oysa 94 seneyi toprağın altına sığdırmak daha zor olmalıydı, o çukur daha derin kazılmalıydı meselâ ve anneannemin bedeni daha heybetli olmalıydı…
***
İnanmak ile inanamamak  sınırında kaldım, kabullenmek ile kabullenememek arasındaki o araftayım. Belki hayat kadar kısa, belki son nefes kadar uzun belki de ölüm kadar laftayım… Anlatsalardı Anlamazdın, anlattıklarında anlamadım, yaşadığımda anladım.
***
Ağlayamayacak kadar çok üzülebiliyormuş bir insan, bu tıpkı çok yorulduğunda uykuya dalamamak gibiymiş… Ölüme tepki verememek ile lanetlenmiş gibi hissediyorum kendimi… Albert Camus’nün ‘Yabancı’sı gibi… Anneannemin yokluğunun ardında bıraktığı anıları süpürdüğüm bir faraşa biriktirdiğim anıları önüme seriyorum sonra. Türküler çıkıyor içinden, maniler, diyaloglar, mimikler, kokular… “Ben onu bir daha göremeyeceğim, koklayarak öpemeyeceğim, ellerinin üzerindeki damarları okşayamayacağım, yüzündeki kırışıklıkları sayamayacağım, anılarımın üzerine yenilerini koyamayacağım ve o ne kadar yaşarsa yaşasın ben ona doyamayacaktım.”, diyorum kendime…
Şaşırıyorum, düşünüyorum ve düşürüyorum kalemimden sözcükleri gözümden akacak yaşlar yerine…
***
“Ne lalesin ne gonca
Bilsen ne çiçeksin sen
Sana canım diyemem
Canımın içisin sen!” diye bir mani söylerdi ben oturduğu koltuğun dibine oturup ondan ilgi beklediğimde… Ben ise onun söylediklerini hatırlamaya çalışırdım sadece, karşılık vermeden dinlerdim. Mezarına konulurken ilk defa bir mani ile karşılık verdim…
“İşte geldin işte gittin Sadiye
Dört gözü yaşlı kız kaldı senden geriye
Neler gördü neler geçirdi o gözler
Anıların yaşayacak şimdi nesilden nesile…”
***
“Uyku ölümün kardeşidir.”, derdin hep.
İyi uykular anneanne…
***
Sinirlenip söylendiğin zamanların birine denk gelmiştim:
-Fışkı…Kenef!
– Onlar ne demek anneanne?
– Fışkı hayvanın dışkısı kenef de onun düştüğü yer, derken bir insanın sinirlendiği anda bile bu kadar tatlı olabilişine şaşırtan cinsten mimiklerin ile aklımda kalacaksın…
Kumpire “gümpür” deyişinle ve sade gümpür sevişinle… “Biz küçükken bunu böyle sobaya atardık bek severdik…” diye başlayan cümlelerinle…
***
“Seliiiiiiiiin olasıca gelin!”, deyişinin bir sohbeti başlatma cümlesi olduğunu bile bile cevap verdiğim andaki muzipliğin ile aklımda kalacaksın… Elindeki kumandayı bırakmayıp o şekilde televizyonun karşısında uyuyakaldığın zamanlarla; “Zahidem kurbanım oy nolacak halim/ Yine bir ses duydum kırıldı belim” türküsünün sözlerini şiir gibi okuyuşunla; yağmura “yağmır”, çamura “çamır” deyişin ile; Türk kahvesinde çok sevmenle; küstüğün zaman elinle yüzünü kapatmış halde oturuşunla hatırlayacağım seni, omuzlarımdaki kemiklere dokunup “yarpak dorpak kemük” dedikten sonraki gülüşünle aklımda kalacaksın. Sevdiğin bir şeyi yerken gözlerini kapatışınla… Sen yine her dinlemek istediğimde bana nasıl evlendiğini, gençken oturduğunuz evi, çektiğin zorlukları, annemin ve teyzelerimin çocukluğunu, mahalledeki deli kadını anlatacaksın… ardından hüzünlenip bir türkü mırıldanacaksın ” Çemberimde gül oya gülmedim doya doya…” ve bu dünyada doya doya gülememiş olsan da ben biliyorum ki gittiğin yerde çok mutlu olacaksın.
En rahat yorgan topraktır,
Rahat uyu anneannem…
***
Zorunlu bir misafirdir ölüm, geldiğinde ağırlamak zorunda kaldığımız… Tiyatrodaki en önemli dekorun kırılması, bir aşığın son öpücüğü, bir bestenin son notası belki… Bu cümleleri kuracak kadar anlamak istemezdim oysaki. İnsanı bir buz kalıbının içinde bırakıp, buzu eritmeden, kıpırdamasına izin vermeden içini yakan bir alevmiş meğer; 4 gün öncesine kadar kendisi ile konuşabilirken “vefat etmeden önce…” diye başlayan cümlelerin kulağına çarpması en büyük işkenceymiş. Farklı, kuralcı, takıntılı, prensip sahibi, detaycı falanız ya hani, onların hepsi hikâyeymiş. Asıl gerçek, hayatın bilinen tek gerçeği topraktan var olan bir bedenin toprakla örtünmesiymiş… yaşanmışlıkları da yanına alıp bir başka aleme göç etmekmiş…
“Bir çok giden memnunmuş ya yerinden
Çok seneler geçmiş, çok seneler geçmiş
Dönen olmamış seferinden…”
***
Öldüğünü duyduğum o an… Hiçbir şey düşünmemekle senkronize olarak düşünmeyi düşündüm. Yokluğunu ve “ya hiç olmasaydı”yı düşündüm. Üşüdüm sonra. Anılarımızı, gülüşünü ve o an anlattıklarını düşünemedim. En son konuşmamızda “Sen de hakkını helâl et”, deyişini düşündüm… Dua okumakla en sevdiği türküyü mırıldanmak arasında kaldım, hem dua okuyup hem söyledim…

Çemberimde gül oya
Gülmedim doya doya
Dertlere karıyorum
Günleri saya saya
Al beni kıyamam seni

Pembe gül idim soldum
Ak güle ibret oldum
Karşı karşı dururken
Yüzüne hasret kaldım
Al beni kıyamam seni

Avlu dibi beklerim
Vay benim emeklerim
Dümbeleği çala çala
Yoruldu bileklerim
Al beni kıyamam seni…”

 

Ve tabutunun başında anneannem, karşı karşı dururken birinin yüzüne hasret kalmanın ne demek olduğunu anladım.

***

En sevdiğim insanlardan biri artık yok. Ve ben onun “anısına” diye başlayan bir yazı yazıyorsam, yani eğer bu kadar yanıyorsam, hâlâ onunla yaşıyorum demektir. Bitmedi daha, bitmeyecek demek geliyor içimden. Başlangıç noktasında bizi bekleyeceksin.

 

Bu dünyadan iyi ki geçtin anneannem,

Sen hâlâ bizimlesin…

Selin Sivari Poyraz
Biricik anneannem Sadiye ÖZBEY’in anısına…
Hasret ve rahmetle anıyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu