Kitap İnceleme

BİR BİLİM ADAMININ ROMANI

MUSTAFA İNAN

BİR BİLİM ADAMININ ROMANI

MUSTAFA İNAN

 

Değerli Arkadaşım ve Dostum Mehmet Özcan Hocam’a,

 

Elimde Cumhuriyet döneminin önemli yazarlarından Oğuz Atay’ın hocası Prof. Mustafa İnan’ı yazdığı, anlattığı biyografik bir kitap var. Kitabın arka kapağında Türk romanının bilim ve bilim adamlarını ihmal ettiği belirtilere ‘‘…Oğuz Atay bu eseriyle, önemli boşluğu doldurmak doğrultusunda ilk adımı atıyor; Mustafa İnan’ın kişiliğinde bir halk çocuğunun bilim adamı oluncaya kadar geçirdiği ilginç serüveni, hem de bilim çevresindeki yaşantısını, belgelere dayanarak bütün boyutlarıyla yansıtıyor.” denmektedir.

Biyografisinin başında ise şu cümleler yazmakta:

Türk inşaat mühendisi, akademisyen, bilim insanı. Uygulamalı ve teorik mekanik dalında zamanının önde gelen bilim insanlarındandır. Yaşamını Türkiye’de bilimin gelişmesine adamıştır. 1957-1959 yılları arasında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde rektörlük yapmıştır. TÜBİTAK’ın kurucularından birisidir. Büyük Yazar, Romancı Oğuz Atay çok sevdiği hocası Profesör Mustafa İnan’ ı (İTÜ’de Merhum Demirel ve Erbakan’ın da hocası olduğunu da belirtir) anlatıyor.

 

Cumhuriyetin ilk yılları… 24 Ağustos 1911 Cuma günü Adana’da seyyar posta memuru Hüseyin Avni Bey’in karısı Rabia Hanım, bir oğlan çocuk dünyaya getirir. (Sayfa 11) Kendinden önce 7 kardeşi vefat ettiği için babası üstüne titrer sadece iki kızı sağ kalmıştır: Emine ve Zübeyde. Onun da ölmesinden korktukları için (muhtemelen nazar olmasın diye) okula gidinceye kadar kulağına küpe takarlar, asker elbiselerinden bozma ve boynuna kadar düğmeli soluk ceketler giydirirler. Adana’da, posta memurunun oğlu Mustafa, sessiz sakin bir çocuktur. Damdan düştüğü için babası Mustafa’dan pek ümitli olmadığı halde gittiği yere kadar, diyerek okula yazdırır. Mustafa hayatı boyunca damdan düşmesinden dolayı sağlık sorunları yaşar. Zira damdan düştükten sonra bir süre kendine gelemez, daha sonraları ne zaman ayağı takılıp düşse burnu kanar. Zayıf ve çelimsiz bir çocuktur artık.1918 yılında, yedi yaşındayken, Fransızlar Adana’yı işgal eder. Savaşla birlikte kıtlık ve yoksulluk yılları başlar. (Sayfa:22) Bu olay üzerine aile, diğer muhacirlerle birlikte, bazen yaya bazen öküz arabasıyla, bin bir zorluklarla, Konya’ya göçer yoksa Fransız uçaklarının bombalarıyla ölme ihtimalleri yüksektir. Küçük Mustafa Konya’yı sever aile ancak Cumhuriyet’in ilanından sonra Adana’ya döner.

Daha ilkokul 2’nci sınıftayken kara tahta başında çözdüğü en zor matematik problemleri yüzünden öğretmeni şaşkınlıktan sınıfta bayılır. Ortaokula defter, kitap taşımadan giden o fakir, Cumhuriyet çocuğu Mustafa’nın ders kitabı da yoktu; sadece sarı bir defteri vardı, onu da bir boru gibi büküyor ve kemerine sokuyordu, düdük gibi. Hüseyin Avni Bey de bu haylazlığa içerliyordu: ‘Bu çocuk adam olmayacak.’ diyordu. Her sabah karanlığında ortaokul öğrencisi Mustafa, çamurlu yollardan geçerek Seyhan Irmağı’nın kıyısındaki okuluna, bileklerine kadar çamura batarak gidiyordu. (…) İlkbaharda Seyhan Irmağı taşar ve okulu sel basardı. Tedbir olarak okulun bahçesinde iki kayık dururdu; ulaşım bunlarla sağlanırdı. Okul binası o zamanların en güzel yapılarından biriydi. Öğretmenleri de profesör çapındaydı adeta. Bu liseden mezun olmak çok zordu. Mezunları istedikleri yere giderlerdi.”(Sayfa:37)Mustafa 1928 yılında ortaokul son sınıftaydı yıl parasız yatılıyı(leyl-i meccani)kazanmıştı. Adana Lisesinin ilk mezunlarından Seniha Müridoğlu soluk benizli Mustafa için “Ağır hareketli, çile çekmiş, çocukluğunu yaşamamış bir gençti. Oyunlara karışmazdı (…) Ama hayata küskün değildi. Bütün sosyal faaliyetlere katılırdı.” der. Yine Seniha Hanım’a göre; riyaziyeci (matematikçi) derse gelmediği zamanlarda Mustafa, tahtaya kalkıp onun yerine problemleri çözüyordu, yüzünün ifadesi hocanınki gibi ciddîydi. Cebirci Muhittin Hoca’nın hışmından korkan arkadaşlarına boş derslerde Mustafa cebir öğretiyordu. Mustafa İnan’ı iyi anlatan şu iki olayı da yazmadan geçemeyeceğim.

Irmağın kıyısında oturmuş düşünüyordu Mustafa, leyli meccanilerden Rasim yaklaştı yanına: “Mustafa Ağabey, cebirle gene başım dertte!” dedi. Ertesi gün bir de fizik imtihanları vardı. Mustafa hemen toparlandı, gözlerine bir yumuşama geldi. Ona bir şey sorulunca ne durumda olursa olsun sevinirdi fakat Rasim’e de dert anlatmak zor. Üç beş gibi sayılarla oldu mu problemi çözüyor da işin içine” n” girdi mi (O zamanlar ‘x’ yerine kullanılıyordu, sanırım) şaşırıyor; bu ‘n’ yüzünden okul hayatı kararmış. “Mustafa Ağabey olmasaydı ben liseyi bitiremezdim.” diyor Doktor Rasim Dölek.” İmkânı yok bitiremezdim. Şu şöyle, bu da böyle diye, bak Rasim gayet basit.” diye anlatırdı.

(…)Mustafa İnan için öğretmek vazgeçilmez bir tutkuydu.1967 yılının sıcak yaz aylarında Almanya’nın Freiburg şehrindeki hastanede ölümle savaşırken bile hocalığını unutmamıştı. Artık serumla yaşıyordu; doktor hemşireye talimat vermişti: Serumu hiç kesmeyeceksiniz. Mustafa İnan bir süre dalgın gözlerle onları seyretti, sonra kendini kaybetti. Gece uyandığı zaman odada yalnızdı, serum şişesine takıldı gözü: düzenli damlalarla akıyordu sıvı. Sonra da saatine baktı bir süre. Sonra gene sıvı damlalarını izledi ve telaşlı bir hareketle zile basarak hemşireyi çağırdı. “Bu serum yetişmeyecek sabaha kadar, “dedi uykulu gözlerle kendine bakan kadına. “Dakikada kırk damla akıyor; yirmi beş damla bir santimetreküp ettiğine göre, bu gidişle gece yarısından önce taktığınız şişe biter. Nöbetçi hemşireye talimat vermezseniz, yarın doktordan iyi bir azar işitirsiniz. “Hemşire hayretle soluk yüzlü adama bakıyordu. Mustafa İnan gülümsedi: “Merak etmeyin, hesap tamamdır. Çocukluğumda bir eczanede çıraklık yapmıştım da oradan kalmış aklımda.”(Sayfa:40-41-42)

Lise yıllarında Mustafa daha dikkat çekmişti, arkadaşlarının ve hocalarının arasında. Çok güçlü bir hafıza ve zekâya sahipti. Çocukluk arkadaşı Ekrem Beyazıt onu şöyle anlatıyor:”…Bu arada o zaman yolculara verilen tren tarifesini bana uzattı. Adana’yla İstanbul arasındaki yüzlerce istasyonu sırasıyla saydı. İnsan günlerce uğraşsa gene ezberleyemezdi bunu. Şiirleri de çok kolay ezberlerdi ama birader tren tarifesi de kafiyeli değildi ya.” Fuzuli’yi, Bâki’yi, Nedim’i derste hocadan dinlerken ezberlermiş. Lise yıllarında yaşanan iki olaydan ikincisini alayım yazıma. (Biraz Hababam sınıflık bir olay) Yine Doktor Ekrem Beyazıt anlatıyor:” Rasim’i de riyaziye sınavı için iyice çalıştırdı Mustafa. Ertesi gün Râmi Hoca’nın sorularını gene yapamadı Rasim’in sınıfı. Sınıfın büyükleri beni sıkıştırdılar.’ diyor Doktor Rasim Dölek. ’Çık Mustafa’ya yaptır, bize getir’ dediler. Yapmazsam bu işi döveceklerdi. Çıktım Mustafa Abi halletti. Şeklini de çizdi, sınıfa getirdim. Hoca çok yaşlıydı. Mustafa Abi’nin bir resim defterinin kâğıdına çizdiği şekli hocanın paltosunun arkasına iğneledik. Nami Hoca sınıfı kontrol için sıraların arasında dolaşırken hocanın sırtına bakan herkes, problemi yapmış. Bunda da en kırık numarayı ben aldım; heyecanlı olduğum için. Herkes tam numara aldı ve hoca beni çağırdı. Rahmetli; “Doğruyu söyle, nasıl oldu?” dedi. Anlattım meseleyi ben de. Bunu zaten Mustafa yapardı, başka kimse yapamazdı.’ dedi(Sayfa:44)

Mustafa’nın mizah duygusu da çok güçlüydü. ‘‘…Sınıfın ele basıları, yani sınıfın tembelleri, denilir ki onlardır sınıfın her şeyde güçlüleri. Onlar herkesi yönetir, güldürür (…) Oysa Mustafa’daki mizah duygusu onlarda yoktu. Adana’da Fenerbahçe ile Mısır’ın El İttihat takımları arasındaki maçı en iyi kim anlatıyordu? Maçı seyretmeyen Mustafa anlatıyordu:” Verdi pası Zeki, Alaattin’e şuveyh şuveyh. Yetişti Zeki topa aman Allah!”  Ayınları çatlatarak” vaaz veren hocaların taklidini yapar, herkesi güldürürdü…Oysa hayat onun için baş ağrıları, kramplar ve halsizliklerle doluydu. Yatakhanede geceleri Nevzat’ı çağırırdı. ”Çiğne beni Nevzat! diyerek gülümser ve masaj yaptırırdı ona. Soluk benizliydi…”(Sayfa:47-48)

Mustafa Efe Rasim’le yazdıkları matematik kitabını bastır(a)madılar. Mustafa şimdi romanlara merak salmıştı. Kütüphaneye baktığı için anahtarı onda duruyordu. Eve de romanlar getirmeye başlamıştı ama kız kardeşi Güzide’ye vermiyordu. ”Kızlar da roman mı okurmuş?” diye karşılık verdi, ”Neden kıza okutmuyorsun?” diyen babasına.(…)”Kızların oğlanlardan ne farkı var?” dedi babası. Yeni bir şey öğrenmişti lise öğrencisi Mustafa. Öyle ya kızlar da insandı. Ona erkeğin üstünlüğü öğretilmişti şimdiye kadar.(…)Mustafa İnan bu hususu, kadınların toplumdaki yerini bir daha unutmadı. Daha sonraları da erkeklerin elinde bulunan bu dünyada kızların korunması gerektiğine inanırdı. Hocanın ölümünden sonra oğlu Hüseyin İnan’la evlenen eski asistanı Esin,” Kız çocuğu olmadığı için üzülürdü Hoca” diyor.” Evimin havası değişirdi.” dermiş.” Kürsüye ilk girdiğim zaman bana çok yardım etti Hoca” diyor Esin. Bu ülkede kızların karşılaştıkları güçlükleri çok iyi biliyordu.

(Sayfa:52)

Mustafa sözünün eriydi, kendi nefsinden fedakârlık yapar, arkadaşlarının rahatı için çırpınırdı, diyor Doktor Ekrem Beyazit .Ve bir anısından bahsediyor yine.” İzci olarak birlikte Ankara’ya gittiler. Büyük Millet Meclisi önünde sıralandılar. Atatürk, Fevzi Paşa, İsmet Paşa onları selamladı.  Adana İzci oymağının başında Ferit Celal Bey’in kardeşi Beden Eğitimi Öğretmeni Coşkun Güven vardı.” Sert, disiplin sahibi bu hocamız törenden dönerken bir arkadaşımızı cezalandırmıştı. Onu soyarak trende don gömlek bırakmıştı. Bu sert hoca ancak Mustafa’nın ricasıyla cezayı affetti. Yoksa çocuk anasının, babasının karşısına don ve gömlekle çıkacaktı. ” Mustafa İnan,” Cezayı Tarık’a değil, annesine, babasına veriyorsunuz,” diyerek Coşkun Bey’i kararından vazgeçirdi. Ankara’da heyecanlı günler yaşadılar. Cumhuriyetin ilk yıllarıydı, daha söz ayağa düşmemişti; vatan-millet-sakarya bir edebiyat haline gelmemişti. Daha sonra da Mecliste Atatürk’ün tarihî nutkunu kendi ağzından dinlediler.(Sayfa:56)

On bir numara Mustafa 1931 yılında liseyi birincilikle bitirdi. İstanbul’a gelerek Fen Fakültesine kaydoldu. ”Öğretmen olma hayaline kavuşacaktı. Üç yıldı okul. Bir an önce öğretmen olup ailesine, kardeşlerine yardım edecekti. Arkadaşları potansiyelinin kaybolacağından endişeliydiler, Mustafa’ya Yüksek Mühendis Mektebi’ne kayıt yaptırmasını söylediler. Eğer buraya girerse üniversite hocası olabilirdi. Mustafa böylelikle yeni öğrenciler de yetiştirerek memlekete daha fazla yararı olabileceğini düşünerek Mühendis Mektebi’ne kayıt oldu. Sınava girecek İstanbullu çocuklar ”buraya girmek her yiğidin harcı değil hemşerim” demişlerdi. Gülümseyerek. ”Bir deneyek bakak!” diye karşılık veren Adanalı Mustafa, bu sınavda birinci oldu.(Sayfa:59)

Okulda derslerde Mustafa daha önce olduğu gibi not tutmuyordu. Bu durum hocaların ilgisini çekmişti ‘‘…Özellikle riyaziyeci Prof. Kerim Bey Mustafa’nın bu tutumuna biraz içerlemişti; bu çocuk neden bu kadar ilgisiz, diye düşünmüştü. Bir gün dayanamadı: ‘Yazacağın yerde neden durmadan yüzüme bakıyorsun? Neden beni seyredip duruyorsun?  Sanki bundan sonra ne yazacağımı biliyormuş gibi.’ Mustafa Efendi başını salladı; evet, biliyordu. ‘Kalk bakalım Mustafa Efendi!’ dedi Kerim Bey. ‘Göster bildiğini.’ Mustafa Efendi de gösterdi bildiğini. O günden sonra Mustafa Bey diye hitap etmeye başladı, Mustafa Efendi’ye Prof. Kerim Bey. İki yıl sonra da üçüncü sınıf talebesi Mustafa Bey, Kerim Erim’in doçenti oldu.” (Sayfa:70)Artık onu efsaneleştirmeye başlamışlardı mektepte.

Mustafa’nın mektepte sevmediği tek iş proje çizmekti, diyor yakın arkadaşı Şevket Arat, ‘‘Biraz uğraşır sonra bana gelerek, ‘şunu çiziver, ben beceremedim,’, derdi. Mühendislik bir disiplindi ve bazen Mustafa İnan bazen bu disiplinden sıkılıyordu. Mühendislik bir iş’ti ve Mustafa İnan iş adamı olmak istemiyordu. Mühendisin bulduğu formüllerin ötesindeki konuları merak ediyordu. (Sayfa:79)

Mustafa İnan yurt dışında doktora eğitimi yapan ilk Türk bilim insanı olur. İsviçre’ye ilk gittiğinde orada bulunan bilim insanlarının ona ilk sorusu “Siz matematik ve fizik biliyor musunuz?” olur. Bu soruya çok üzülür, bir süre sonra İsviçre’de bir köprü yıkılır; bilim adamları neden yıkıldığını araştırırlar, bir türlü bulamazlar. Ertesi gün, bilim kürsüsündeki “Siz matematik ve fizik bilir misiniz?” diyenlere bir kâğıt bırakır. Bilim insanları, kâğıtta yazılanları dikkatlice hesaplayınca köprünün neden yıkıldığını anlarlar ve söylediklerinden utanırlar. İki yıl sonra Mustafa İnan, memleketine dönmek istediğini söyleyince bırakmak istemezler. Mustafa İnan onlara döner ve “Siz matematik ve fizik bildiğinden emin olmadığınız birisine nasıl bu teklifi getirirsiniz?” diyerek hepsini morartır.

Ülkesine döner, Mustafalar yetiştirmek için.

Mustafa İnan fırsat buldukça matematik dersleri veriyordu. Tavsiye üzerine Müzeler Müdürü Aziz Ogan’ın kızı Jale Hanım’a da ders vermişti. Daha sonraları bu tanışma arkadaşlığa dönüştü. Mustafa İnan, İsviçre’den ona hediyeler gönderiyor, mektuplarında Fuzûlî’nin aşka dair dizelerini paylaşıyordu. Memlekete dönünce nişanlandılar ve Taksim Belediye Gazinosunda yemekli bir nikah töreniyle evlendiler. Daha sonra 1945 yılında profesörlüğe atandı. Bir yıl sonra bir oğlu oldu, Prof. Mustafa İnan’ın. İsmini Hüseyin koydular.

Mukavemet(dayanıklılık)Hocası Mustafa İnan, kâmil bir insan olmaya çalışıyordu. Yazdığı pek çok makaleden birinde mukavemet ve kontrol kelimeleriyle kâmil olmayı ilişkilendirerek şöyle yazıyordu:”…Kâmil insandan ne anlıyoruz, evvela bunun tarifi gerekir. Bu husustaki çeşitli tarifler arasında en basit ve basit olduğu kadar da şayanı dikkat olan şu tarif beni çok düşündürür: ”Sana yapılmasını istemediğini, sen de başkasına yapma!”…Bu önemli prensibin yanında yine oldukça önemli prensipler olan; tolerans, diğerkamlık bir kelime ile insanlık yatar.”(Sayfa:128)Ayrıca ünlü matematikçi Prof. Cahit Arf da yakın arkadaşlarındandı. “Ben ondan bir yaş büyüktüm.” diyor Cahit Arf” Fakat Mühendis Mektebinin daha üçüncü sınıfında Kerim Bey’in doçenti olan Mustafa benden olgundu.”

Profesör olduktan sonra Mustafa İnan, Fakültede teknik Mekanik kürsüsünün temelini attı, Aynı yıl ek görevle Makine Fakültesinin de Mukavemet profesörlüğüne tayin edildi. O yılların makine bölümü öğrencileri, bugün de M. İnan’dan Mukavemet görmüş olmakla övünürler. Derslerinde sessizliğe, verimliliğe önem verir, çok çalışkan olduğu için diğer hocalardan daha çok derse girerdi. (Sayfa:135)

1954 yılı Haziran’ında İTÜ İnşaat Fakültesi dekanlığına seçildiğinde kırk üç yaşındaydı. Gündüzler resmî toplantılarda, geceler resmî davetlerde geçiyordu. Sevimli kişiliği ve tatlı sohbetiyle her toplantının vazgeçilmez üyesi yapmıştı Mustafa İnan’ı. Özellikle hafızası hayranlık uyandırıyordu. Yahya Kemal düzenlediği her toplantıdan önce,” Aman Mustafa’ya haber verilsin,” diyordu. Kimse Yahya Kemal’in şiirlerini onun gibi ezberleyemiyordu ve duygulu okuyamıyordu. Üstat Yahya Kemal özellikle kendi şiirlerini onun okumasını ister ve okuyunca çok duygulanırmış. (Sayfa:143) Toplantılara “devrin ekabiri” katılıyormuş: Kerim Erim,M.Şekip Tunç,K.İsmail Gürkan,Sadi Irmak,B.Kemal Çağlar,N.Sami Banarlı,O.Şaik Gökyay,Cahit Tanyol ve daha birçokları.

1957-1959 yılları arasında İTÜ rektörlüğü de yaptı Mustafa Hoca.27 Mayıs 1960’dan kısa bir süre sonra onu, Cemal Gürsel Ankara’ya çağırdı: Bayındırlık Bakanı olmasını isteyecekti, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel. İstişare için samimi arkadaşı Şevket Arat’a gitti. Durumu anlattı. Arkadaşı, onu otuz yıldır tanıyordum. O hocalık için yaratılmıştı:” Sureti kat’iyede kabul etme! ” dedim. Mustafa İnan” Ben de öyle düşünüyorum,” dedi ve teklifi geri çevirdi. (Sayfa:225)

Daha yazılabilecek pek çok ilginç ve güzel, etkileyici olay ve bilgi var kitapta. Neticede bir büyük insan Mustafa İnan, bir dâhi. İyisi mi siz bu kitabı okuyun, derim…

Çok karlı bir İstanbul gününde eşinin “Gitme!” ısrarlarına rağmen üniversitesine gider. Akşamın geç saatlerinde eve döndüğünde bitkindir. Kendisini üzüntü ile karşılayan Jale hanıma “Derse 3 genç gelmişti.” der sevinerek. Ateşlenir… Günler geçer ateşi dinmez. Kan kanseri olduğunu öğrenir. Parası olmadığı için yurt dışına tedaviye gidemez. Üniversite yönetimi durumdan haberdar olunca toplanır, karar alır. Çağırırlar Mustafa İnan’ı, “Seni üniversitenin parasıyla tedaviye göndereceğiz.” derler. Mustafa İnan, teklifi anında reddeder. “O para Mustafaların!” diye cevap verir. Aile zar zor para temin eder. Mustafa İnan tedavi için Almanya’ya gönderilir. Geç kalınmıştır. Mustafa İnan hastanede 5 Ağustos 1967’de vefat eder, naaşı İstanbul’a getirilir. Aile yine etraftan güçlükle temin ettiği para ile cenazeyi Türkiye’ye getirir.

Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

HÜSEYİN AVCI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu