Edebiyat

BENLİĞİN ÖZÜNDEKİ HATALAR

 

 

On üçüncü gün… Üzerinden tam on üç gün geçmişti. Sessizliğin derinliğinde hala arabasıyla gitmeye devam ediyordu. Neyin nasıl olduğunun bile farkında değildi. Aklı yoktu, bir fikri ise hiç yoktu. Sadece bir yol vardı ve gidiyordu. Ardına arkasına bakmıyordu. Neyi aradığını da bilmiyordu, amansızca gitmeye devam ediyordu. Aslında önüne kimsenin çıkmasını da istemiyordu. Çünkü o zaman aklını kaçırdığına ikna olacaktı. Tek istediği buydu. Kimse çıkmamalıydı ki böyle bir saçmalığın esiri olmak için çok geç olmamalıydı. Ama hiçbir zaman öyle olmazdı.

 

Uyandığında sabah saat altı buçuktu. Kedisi masum masum uyurken; güneş ışıkları, panjurunun aralığından odasına usulca sızıyordu. Soğuk soğuk terliyordu yine. Bir titreme yoktu ama titrese daha iyi olabilirdi. Böyle bir saçmalığın esareti altında kaldığından korku duyuyordu. Hayır, bugün kahve yapmayacaktı. Yapmamalıydı da… En azından gerçekler aynı olmamalıydı bugün için. Sessizce kalktı yatağından, kedisini uyandırmak istemiyordu. Evde yeterince mama kalmadığından kedinin uyuması şimdilik daha iyiydi. Pikesini kaldırdı üzerinden sakince ve alarmı kapadı. Günlerden cumartesi olması bir şanstı belki de. Çalıştığı yerde kime anlatabilirdi ki yaşadıklarını? Kim inanırdı ki ona? Ne için inanırlardı ki? Serbest stil saçmalıkları kendini de sıkmıştı ne de olsa. Sabah olduğu için şükretmeliydi, ne var ki geceler gerçekten amansız geçiyordu.

 

Yüzünü yıkadıktan sonra aynaya tekrar baktı. Gerçekten yaşlanmış mıydı? Geçen iki hafta ne olmuştu? Neden oluyordu? Neden kendisiydi? İki hafta içinde çökmüştü. Gözlerinin altındaki morluklar ve şişlikler daha net belli oluyordu. İlk zamanlar dikkatini çekmese de şimdi görmemek için belki de kör olmak gerekirdi. Diş fırçasını alırken küçük su bardağını yanlışlıkla yere düşürdü ve kedisi kapının ardında belirdi. Sanki eşiymiş edasıyla ‘beni neden kaldırmadın’ der gibi omuz silkti. Kapının ardından beklerken kedisi, içten bir miyav çekti ve geri döndü. Şanslıydı, mama istememişti. Omzunun arkasından bakarken kapıya, kedisi ortalıktan kaybolmuştu.

 

Saatler sanki ilerlemiyordu. Gerçekten çok pis kokuyordu her yer. Arabasından indi ve biraz soluklanmak istedi. Hiç kimse yoktu. Her yer darmadağındı ve pis bir koku vardı. Bu kokunun sebebini ilk başta merak etmese de şu an gerçekten bu kokunun kaynağını bulmak istiyordu. Sanırım aradığı şey buydu. Koku. Neydi ki şimdi bu? On üç gün önce ne olmuştu ki? Herkes neredeydi? Aracına geri dönmeden yerdeki izmariti de cebine attı. Bu zamanlarda bunu bile bulmak neredeyse imkansızdı. Hala kimseyi bulmamayı umuyordu. Hepsi birer saçmalıktı bunların.

 

Ağzındaki diş macunu mentolü, kahvesini yudumlarken rahatsız etmişti. Diş macunlarının en kötü yanı ise buydu kendince. “Neden kahveli yapmazlar ki?”, diye iç geçirdi kendi kendine. Kadınlar belki de bundan daha çok hoşlanıyorlardı. Kendi kendine bunu sorguluyordu saçma bir şekilde. Sanırım kedisine de danışmalıydı bunu. Sabah onu uyandırmadığı için o bakışlarından sonra mahcup olmuştu. Güneş bugün gerçekten çok özel ve güzeldi. Tüm sıcaklığını ve samimiyetini hissettiriyordu. “Ben buradayım ve sizi görüyorum.”, diyordu. Muazzam bir sanatın, sanatçısını bu denli güzel selamlaması kendisine bahşedilen en güzel ödüldü belki de. Ya da saçmalıklarının anlam bulduğu güzide bir karmaydı. Ya da kocaman bir hiçti… Her ne olursa olsun gerçekliğin en güzel şekliydi. Eşsiz ve güzel. Bir gün bu ana hasret kaldığında, kendi insanlığının dramı olacağını biliyordu.

 

Yüzünü yıkadıktan sonra aynaya tekrar baktı. Gerçekten yaşlanmış mıydı? Geçen iki hafta ne olmuştu? Neden oluyordu? Neden kendisiydi? İki hafta içinde çökmüştü. Gözlerinin altındaki morluklar ve şişlikler daha net belli oluyordu. İlk zamanlar dikkatini çekmese de şimdi görmemek için belki de kör olmak gerekirdi. Diş fırçasını alırken küçük su bardağını yanlışlıkla yere düşürdü ve kedisi kapının ardında belirdi. Tüylerini dikleştirdi, gözleri ateş edercesine sonuna kadar açılmıştı. Acı bir miyavlamayla kedi bağırmaya başladı. Kapıyı tırmalamaya başladı. Kedi deli olmuşçasına kapıyı tırmalıyordu. Şaşkınlığını gizleyemedi ve kedisini sakinleştirmek için hiçbir şey yapmadı. Çılgına dönen kedi evin en uzağındaki pencereden aşağıya atladı…

 

Yüzünü yıkadıktan sonra aynaya tekrar baktı. Gerçekten yaşlanmış mıydı? Geçen iki hafta ne olmuştu? Neden oluyordu? Neden kendisiydi? İki hafta içinde çökmüştü. Gözlerinin altındaki morluklar ve şişlikler daha net belli oluyordu. İlk zamanlar dikkatini çekmese de şimdi görmemek için belki de kör olmak gerekirdi. Diş fırçasını alırken dikkat etti. Bu sefer düşürmemeliydi. Kedisi hala uyuyordu. Eşya dolabının kapısını geri kapadı, dişlerini fırçalamaktan vazgeçti. Dönüp kahvesini yapmak daha mantıklı olacaktı. Dolabı açtığında diş macunun mentol kokusu acı acı burnunu yakmıştı.

 

Güneş neredeyse yoktu. Hiç yoktu. Kasvetli geçiyordu her gün. On üçüncü günün sabahı da böyleydi. Cebindeki izmaritin kokusu rahatsız etmişti kendisini. Arabasını sürmeye devam ediyordu. Şehre varmasına az bir vakit kalmıştı. Fakat kaygıları hala devam ediyordu, hiçbir değişiklik yoktu. Kimsenin olmamasını ummaya devam ediyordu. Bu saçmalık daha fazla devam etmemeliydi. Koku ise gittikçe artmaya devam ediyordu. Neredeyse dayanılamayacak bir hale gelmişti kokunun yoğunluğu. Aklındaki kaygıların verdiği umutla yoluna devam etti. Bu sorularının bir yanıtı olmalıydı. Ne bir koku ne bir kaygı kendisini durduramayacaktı. Kendisini bekleyen hazin sona gitgide yaklaşıyordu.

 

Kahvesi hazırdı. Aldı ve masasının üstüne koydu. Bu kokuyu seviyordu. Taze ve dingin. Umudun kokusu bu olmalıydı. Bir kahve için feda edilen tüm hayaller, tüm fikirler. İçerkenki aldığı hazzı tarif edemezdi. Bir sanatın parçası olmaktan aldığı hazla aynıydı. Güneş gitgide kendini daha fazla gösteriyordu, daha fazla ısıtıyordu içini. Sessizliği seviyordu. Kedinin uyurken çıkardığı mırıltıyı da. Her şey şimdi olması gerektiği gibiydi, hiçbir hata yoktu. Fakat anında garip bir ses duydu. Evin kapısından geliyordu. Bir anda odanın kokusu değişti. Pis, leş gibi bir koku odayı doldurmaya başladı. Tüm sinirleri çekildi bir anda. Başından aşağıya kaynar sular dökülüyordu sanki. Başına yavaş yavaş bir ağrı nüfuz ediyordu, koku gerçekten çok ağırdı. Neler oluyordu? Havada aniden kararmaya başlamıştı. Gözleri bulanıklaştı ve dengesini kaybetti.

 

İçerden gelen bir ses mi vardı? “Yok hayır olamaz.”, diye düşündü. Ama koku gerçekten de içerden geliyordu. Galiba onca kat ettiği yol sonunda amacına ulaşmış gibi görünüyordu. Kapıyı biraz daha zorlamaya devam etti. Açmalıydı ve her şey sona ermeliydi. Tüm hayallerini, tüm umutlarını söndürmeliydi artık. Bu işe burada son verecekti. Ama hala içerde kimsenin olmamasını umuyordu. Biraz daha zorladıktan sonra kapıya son bir tekme atarak açtı. Yavaşça ve güvenlice içeriye girdi. Sanırım kimse yoktu ve koku daha da yoğunlaşmıştı. Karşısındaki lavaboya yöneldi. İçeri girdi ve kimse yoktu. Biraz daha rahatlamıştı. Lavabodan çıkıp mutfağa doğru yöneldi. Koku doruğa ulaşmıştı ki karşısında gördüklerine inanamadı. Yarı canlı halde sandığı bir adam yerde tökezliyor ve garip hareketler yapıyordu. Eli ayağına dolandı, kan beynine sıçradı. Öfke, sinir, heyecan, adrenalin ve korku. Beyni deli gibi çalışıyor, dolaşım sistemi tüm uzuvlarına deli gibi adrenalin pompalıyordu. Kalp atışları hızlandı ve cebindeki glock marka silahını çekip tek mermide adamı öldürdü. Kafası darmadağındı. Neler olduğundan en ufak bir fikri yoktu. Ne yapmıştı, şimdi ne olacaktı? Bitmiş miydi ki her şey?  Peki ya koku? Koku neden hala vardı? Bu saçmalık neyin nesiydi ki? Hani kimse yoktu? Hani son bulacaktı her şey? Bu adamda kimin nesi, neyin nesiydi? Beynindeki onca sorunun ardına şimdi milyon tanesi eklenmişti. Gözleri dolmaya başladı. Deliliği nükseden bir hasta gibi deli divane olmuştu. Hayatı hakkında hiçbir fikri olmayan bir hayvan gibi hissediyordu kendini. Elinden gelen sadece tetiği çekmek olmuştu. Üzgündü ama ne için?

Aradan biraz vakit geçtikten sonra üstünü başına toparladı. Hava hala kapkaraydı. Yavaştan, hafif bir yağmur başlamıştı. Koku ise hala geçmemişti. Oturduğu yerden kalktı. Vurduğu adamın üzerinde hiç kan yoktu. Bunu fark etmemişti ama şu an şaşkındı. Adamın cesedine doğru yaklaştı. Yağmur damlaları ufak ufak ziyaret ediyordu pencereleri. Hayatta varlığını gösterme çabasındaydı her şey. Etrafında olan her şey sanki tüm olanların farkında gibiydi. Cesedi çevirdiğinde ise her şey için çok geçti. Zerre kadar şüphesi yoktu ki yerde yatan adam ta kendisiydi…

 

Saatlerce ağlayabilirdi ve öyle de oldu. Bu neyin nesiydi? Kafayı yemişti düpedüz. Bir deliydi artık. Gözyaşları paltosundan süzülürken cebindeki izmarit yere düştü. Sessizlik yoktu. Beyninde milyarlarca ses vardı. Yağmur tüm şiddetiyle artmışken içinden geldiğince yüksek sesle bağırdı. Artık ceset ortalıkta yoktu.

 

Uyandığında sabah saat altı buçuktu. Soğuk soğuk terliyordu. Kafası allak bullak olmuştu. Nasıl bir rüya olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Hızlıca pikesini üzerinden attı ve panjuru araladı. Güneş tüm sıcaklığıyla göz kırpıyordu. Hava açıktı. Her şey normal gibi gözüküyordu. Tek gözüne çarpan bahçenin ortasında yatan minik kedisiydi. Tam on üç gün olmuştu öleli ve gerçekten pis kokuyordu. O kadar üzülmüştü ki onu oradan alabilme cesaretini gösterememişti…

 

Furkan Turgut

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İlgili Makaleler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu